Aynada kendimle göz göze gelince irkildim. Kaşlarım, bıyıklarım uzayıp yüzüme bir karartı vermişti. Bakışlarım baygındı. Saçlarımın boyası gelmişti. Gözaltlarımda halkalar vardı. Şaşkındım. Kimdi bu kadın? Gözlerim doldu. Resmen kendime acıyordum. Kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. Aynanın karşısında çırılçıplak kaldım. Vücudumdaki bütün tüyler uzamıştı. Kötü kokuyordum. En son ne zaman banyo yaptığımı hatırlayamadım.
Duvara yaslanarak yere oturdum. Yüzümü kollarımın arasına alıp dizlerimin üzerine kapandım. Ağlayamıyordum bile. Kaskatıydım. Yavaşça başımı kaldırdım. Yaklaşık yarım saat aynadaki aksime boş boş baktım. Taşa oturmuştum. Üşüdüm. Titreyerek kalktım. Kıyafetlerimi giyerken zorlanıyordum. Halsizdim. Dünden beri hiçbir şey yememiştim. Canım istemiyordu. Yine de buzdolabına doğru yürüdüm. Yumurta, yoğurt ve dünden kalan pilav vardı. Pilavı çıkardım. Isıtmak zor geldi. Soğuk soğuk bir tabak yedim. Midem bulandı. Su içtim. Rüya için makarna yaptım. Biraz uzandım. Okuldan gelmişti. Tıkırtısıyla uyandım.
“Anne? Neredesin?”
Işıklığa bakan küçük odada, karanlıktaydım. Seslendim. Yanıma geldi. Matematik sınavı vardı. Çalışmak için odasına gitti. Salona geçip televizyonu açtım. Bir şey yoktu. Aylardır okunmayı bekleyen bir roman sehpanın üstünde beni bekliyordu. Birkaç sayfa okudum. Hiçbir şey anlamadım. Yeniden okuyacak gücüm yoktu. Bıraktım.
Kendimden nefret ediyordum. İşe yaramaz hissediyordum. Aldığım bütün kararların hata olduğunu düşünüyordum. Bir çocuk yaptığım için bile pişmanlık duyuyordum. İyi bir anne olamamıştım… Rüya’nın odasına gittim. Tablette oyun oynuyordu.
“Hani matematik çalışacaktın sen Rüyacığım?”
“Lütfen, azıcık daha!”
“Tamam dinlen, birazdan başlarsın.”
Kıyamıyordum. Hep ödevlerle, sınavlarla boğuşuyordu çocuk. Ona yeteri kadar destek olamadığımı düşündüm. Yaşamaya mecalim yoktu. İçim ürperdi. Kaloriferin derecesini yükselttim. Uzun hırkamı giydim. Rüya yanıma geldi.
“Yanında çalışabilir miyim, anne?”
“Gel tabii, canım.”
Altına bir minder aldı. Sehpaya yerleşti. Çalışmaya başladı. Ben kanepede uzanıyordum. Hiçbir şey yapmadan onu izledim. Uyuyakalmıştım. Rüyamda ormanın ortasında bir ayindeydim. Kadın bir şamanın önünde ateş yanıyordu. Ben de ateşin hemen yanında, dizlerimin üzerinde oturuyordum. Şaman tefini çalıyor, anlamadığım bir dilde mırıldanıyordu. Tefini başımın üzerinde döndürdü. Kalbim küt küt atıyordu. Ateşi izliyordum. Kıyafetinin üzerindeki çıngırakların ve tefindeki zillerin sesleri duyuluyordu. Oturduğum yerde sallanmaya başladım. Bedenimin üstü daireler çizerek hareket ediyordu. Başımı kaldırdım. Ağaçların dalları arasından yıldızları gördüm. Gökyüzü hâlâ maviydi. Ateş, ağaçlar, yıldızlar hepsi dans etmeye başladı. Bir süre daha sallandıktan sonra ağzımdan çıkan bir ışık göğe yükseldi. Geriye düştüm. Bayılmıştım. Uyandım. O günden sonra bu rüyayı tekrar tekrar göreceğimi bilmiyordum. Rüya ayakucumda oturmuş beni izliyordu. Ter içinde kalmıştım.
“Anneciğim, iyi misin?”
“Evet kızım, bir rüya gördüm sadece. Merak etme.”
“Acayip sesler çıkardın. Korktum.”
Yanıma uzandı. Sarıldık. Başını göğsüme yasladı. Kızımın sıcaklığı bana iyi gelmişti. Sonra kalktık. Rüya ödevlerinin başına geçti. Ben banyoya gittim. Bir süredir sudan hoşlanmıyordum. O gün duşun altında durabildim. Sıcak suyun bedenimden kayışını izledim. Keselendim. Tenimden kirler çıktıkça rahatlıyordum. Sanki kafamı bulandıran her şey onlarla beraber küvetin deliğinden akıp gidiyordu. Su korkum geçmeye başlamıştı. Bornozla yatağa attım kendimi. Öylece tavana baktım. İçim bomboştu.
Bugüne kadar beni en mutlu eden anıyı hatırlamaya çalıştım. Emin olamadım. On yıl önceki bir doğum günüm geldi aklıma. Çetin üniversiteden arkadaşlarımı da çağırıp sürpriz bir doğum günü partisi düzenlemişti. Dilan ve Neşe dışında kimler vardı, neler konuşmuştuk anımsayamadım. Arnavutköy’de olduğumuzu biliyordum. Bu sene doğum günümü kutlamak filan istemiyordum. Kutlanacak bir şey yoktu. Çetin her yıl olduğu gibi çiçek, pasta ve altın bir takı alırdı. Mumları üflerdim… Bir dilek düşündüm, bulamadım.
Üzerime ne bulduysam giydim. Saçlarımı yarım yamalak kuruttum. Çetin’den mesaj geldi. Yine geç gelecekti. Rüya odasındaydı. Bir zamanlar banyodan sonra illa kahve içerdim. Artık canım istemiyordu. Zevklerim benden uzaklaşmıştı. Arka odaya geçtim. Battaniyeyi üzerime çektim. Annem aradı.
“Hasta mısın Ferzan?”
“Soğuk algınlığı. Ayvalık’ta havalar nasıl?”
“Hava buz gibi evladım. Kendine iyi bak. Sıcak bir şeyler iç.”
“Tamam, anne. Sen de. Anneannemi öp benim için.”
Annemi özlemiştim ama ona ne yaşadığımı anlatmak istemiyordum. Üzülür, telaşlanır, atlar gelirdi. Çetin döndüğünde Rüya uyumuştu. Ben de uyumak üzereydim. Küçük odada yatıyordum. İki yıldır Çetin’le nadiren aynı yatakta uyuyorduk. Ben istemiyordum. O da beni kendi halime bırakmıştı. İşiyle meşguldü.
İşimden istifa etmiştim. Günler bomboş geçiyordu. Hayattan zevk almıyordum. Ayda bir kere dışarı çıkıyordum. Market alışverişini internetten yapıyordum veya eve gelirken Çetin yapıyordu. İyice eve kapanmıştım.
O gün günler sonra ilk defa evden çıktım. Hisarüstü’nde kahvaltı ettim. Çetin ve Rüya olmadan dışarı çıktığım için suçluluk duydum. Tek başıma böyle bir şey yapmayı hak etmediğimi düşündüm. Hemen eve döndüm.
Korkularım vardı. Rüya okula gidip gelirken başına bir şey gelecek diye korkuyordum. Çetin’e kalabalık yerlerde dolaşmamasını tembihliyor, gün içinde metroya binip binmediğini soruyordum. Kendi derdimle dünyanın derdi birleşmiş, memlekette olan biten bütün kötü şeyler beni iyice tedirgin etmeye başlamıştı. Bir bunalımın içine düşmüştüm. Karanlık bir kuyuya düşer gibi. El yordamıyla duvarlara tutunuyor, etrafımdaki çemberin genişliğini anlamaya çalışıyordum. Hayatım beni saran o kuyunun duvarlarıydı. Sıkışmış hissediyordum.
Her gün kolay bir yemek yapıyordum veya dışarıdan yiyorduk. Kendi yemeklerimi beğenmez olmuştum. İlla bir kusur buluyordum. Sanki elimin lezzeti azalmıştı. Çok istemeden yaptığım içindir diye düşündüm. Eskiden büyük bir hevesle, heyecanla yemek yapardım. Her gün birkaç çeşit yemek olurdu evde. Annem sonbaharda Ayvalık’tan Ege otları yollardı. Girit yemekleri yapardım. Son zamanlarda zorla tek çeşit yemek yapıyordum, o kadar. Eskiden evde en sevdiğim yer mutfaktı. Şimdi küçük oda mağaram olmuştu. Kanepe sürekli açık, yatak pozisyonunda duruyordu. Çetin’e yemeğini koyduktan sonra geçiyordum inime.
Kış gelmişti. Haftalar sonra evden çıkmış, dolaşırken kendimi yüncüde bulmuştum. Torba torba yün, tahta şiş aldım. Başladım atkı, bere, minder kılıfı örmeye. Hepsini düğmelerle süsledim. Oyalanıyordum. Bir ilmek, bir ilmek daha. Bir ters, bir düz. Durmadan örüyordum. Özellikle de geceleri. Uyku tutmuyordu. Örmek iyi geliyordu. Her ilmekle geçen son on yılı, aldığım kararları, geçmişimi, kendimi, her şeyi unutuyordum. Sabah Çetin ve Rüya gittikten sonra kucağımda örgülerle battaniyenin altında uyuyakalıyordum. Çetin bir akşam sormuştu.
“Neden yanımda yatmıyorsun?”
“Ben geceleri uyumuyorum ki. Yatarsam da arka odaya gidiyorum, biliyorsun. Hem sen çok horluyorsun.”
Doğruydu ama daha doğru olan başka şeyler vardı. Yalnız uyumak istiyordum. Çetin’e olan sevgimin yerini git gide başka bir duygu alıyordu. Ne olduğunu bilmediğim bir duygu.
O gün öğleden sonra uyandım. Yağmur yağıyordu. Kendimi yine çok kötü hissediyordum. Pijamalarla terasa çıktım. Beş dakika filan yağmurun altında durdum. Sırılsıklam oldum. İçeri girdim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama iyi gelmişti. Üşümüştüm. Üzerimdekileri değiştirip saçlarımı kuruttum. Saat üçtü. Zaman en büyük düşmanımdı. Ona yıllar boyunca yetişemediğimi hissetmiştim. Şimdi de onu kovalamaktan vazgeçmiş olduğum için rahatsızdım. Zamanı bir türlü yakalayamıyordum. Olmuyordu işte. Üniversiteden sonra Çetin’le evlendik. Sonra Rüya doğdu. Çalışmaya başladım. Rüya’yı bakıcısı büyüttü. Yıllar nasıl geçti anlamadım. Otuz sekiz yaşına geldim. O kadar yaşlı ve geç kalmış hissediyordum ki. Bir hayatım vardı ama ben yaşamaya hiç başlamamış gibiydim. Neden böyle hissettiğimi bilmiyordum.
Yağmur dindi. Montumu giydim. Kahvemi alıp yine terasa çıktım. Uzun zamandır içtiğim en güzel kahveydi. Apartmanımızın bahçesinde meşe ağaçları vardı. Dışarısı mis gibi toprak kokuyordu. İçime çektim. Bugüne kadar hayattan zevk almayı unutmuş muydum? En son ne zaman kahveyi, toprağı kokladığımı düşündüm. Bulamadım. Küçük şeylerin peşini ne zaman bırakmıştım ben?
Sanki içimde başka biri vardı ve bir şey arıyordu. Ne aradığını bilmeden. Sadece arıyordu. Karşısına çıkan her şey buna bir bahaneydi. O uyuyor, kendi kendine konuşuyor, örgü örüyor, kahve içiyor, yağmuru seyrediyor ve aramaya devam ediyordu. Ben? Ben izleyiciydim. Kendimi izliyordum. Rüya bisiklete binmeyi öğrenirken ona dokunmadan kolumu açıp yanında yürümem gibi. Oradaydım. Müdahale etmiyordum.
İçeriye girdim. Dün aldığım mantarlar vardı. Tepsiye dizip üzerlerine birer parça tereyağı koydum. Rüya gelince peynir ekleyip fırına veririm diye düşündüm. Bir de safranlı pilav yaptım. Rüya geldi.
“Rüyacığım, salatayı yapar mısın? Ben marulları ve yeşillikleri yıkadım.”
“Tamam, anne. Üzerimi değiştirip geliyorum.”
Mutfağa alışması hoşuma gidiyordu. Salata çok güzel olmuştu. Aşçılık yeteneğini benden almıştı. Ben de anneannemden ve annemden. Beraber yemek yedik. Çetin yine geç gelecekti. Bulaşıkları ben sudan geçirdim, Rüya makineye koydu. Sonra ödevlerini yapmak için her zamanki yerine, salon sehpasına geçti. Masada çalışmaya bir türlü alışamamıştı. Defterlerini yerleştirip bana baktı.
“Anne, neden artık arkadaşlarımın anneleriyle görüşmüyorsun?”
“Kendimi yorgun hissediyorum canım. Dışarı çıkmak istemiyorum, ondan.”
“Ne zaman iyileşeceksin peki?”
“Ben de bilmiyorum kızım. Hadi, sen ödevlerini yap.”
Tam anlamıyla cevap verememiştim. Kızım bile bende bir tuhaflık olduğunu farkındaydı. Çetin ise halimi görmezden geliyordu. Kendime gelmeliydim. Eski hayatıma geri dönmeliydim. İnsanlarla görüşmeliydim. Yapamıyordum. Yaşama yeteneğimi kaybetmiştim. Yaşamanın bir yetenek olduğunu o zaman anladım. Kaybedince varlığı anlaşılan bir yetenek.
Çetin gelene kadar internetten örgü modellerine baktım. Minder kılıfı örmekten sıkılmıştım. Çoraptan maymun, örgüden fil, çeşit çeşit örnek vardı. Kumaştan, tişörtten oyuncaklar yapmaya başladım. Rüya bu işe bayılmıştı. Birkaç ay sonra odası yumuşak oyuncaklarla dolacaktı. Çetin geldi.
“Neler yaptın bakalım bugün?”
“Yemek yaptım işte. Bir de oyuncaklara devam.”
“İyice sardın sen bu işe. Online bir dükkan filan açsana.”
“Bilmem, olabilir. Bakalım…”
Oyuncakları satmak aklıma bile gelmemişti. Aslında ben oyuncaklarla ilgilenmiyordum. Sadece yapıyordum. Ruhumdaki ağırlıktan kurtulmak, karanlık kuyudan çıkmak, hafiflemek için. Çetin farkında bile değildi. Sanırım artık ben de ona kendimi anlatmak istemiyordum.
Tişörtleri kestim, doldurdum. Bir fil ailesi yaptım. Anne, baba ve çocuk fil. Fillerin uğuruna inanırdım. Evlere iyi şans getirdiğine de. Anne ve çocuk fili sarı tişörtle yapmıştım. Baba fili lacivert tişörtle. Farkında olmadan babayı ayırmıştım. Küçük odadaki rafa dizerken de baba fili başka rafa koydum. Tuhaf bir haz aldım bundan. Kendimce bir çeşit büyü yapıyordum. Eve ayrılığın işaretini çiziyordum.
Gelecek bölüm 5 Kasım perşembe günü...
YORUMLAR