X

Ah, bu ben! Bu ben var ya, bu ben; hiç masum, şirin, gözleri pırıl pırıl parlayan kız olduğuma bakmayın. Bir zamanlar mahallenin haşarısıydım. Evet, ben sevgili okurlar. Hiç yanlış duymadınız. Herkesin bazen illallah edip “O mu? Aman!” diyerek yaka silktiği bir yumurcaktım. Nasıl mı? Anlatayım.


Samatya’nın üç-dört üst sokağında Cerrapaşa’ya çok yakın bir mahallenin bahçesinde başladı her şey. Henüz altı yaşlarımdaydım. Şöyle bir etrafı süzdüm. Geniş bir alandı, düşüp kalkmak için biraz beton az çimenlik, birkaç basamak, duvarlar onun üzeri demirler ve ağaçlar gördüm. Gözlerimde akşamüstü ışıkları, yüreğimde ses, kulağıma “Güzel büyüyeceğim” dedi.


İlk arkadaşım Yeliz’di. Kare, ardından iki kare daha sağına soluna da ekleyerek içinde rakamların yer aldığı sekiz kare ile sek sek oluşturduk. Elimizde bir taş, bir rakamdan diğerine hoplarken aramıza Karin, Hale, Derya, Deniz, Murat katıldı. Ses olduk bahçeye. Laleli Belkıs sözleri mırıldanırken kızlar, ipin üzerinden atlamaya başlardım. “Hoopp!” ayakkabımın topuğu takılırdı. Ama gerçekten “Topuğum!” derdim. “Bakayım, kaldır ayağını” sesleri yükselirdi. “Topuk mu, ufacık çıkıntı o” diyerek kızardı Yeliz. Ardından tüm arkadaşlar hep bir ağızdan. “Aa o takıldı ama!” der, çıkıntıyı gösterirdim altı yaşımın küçük parmakları ile. “Of ya, bu kız mızıkçı!” derlerdi de kıyamazlardı. Sıra arkadaşlara doğru devam edince, “Karnımdan sesler geliyor, acıkmış olmalı, anneme sesleneyim” bahanesiyle tüyerdim aralarından. Mızıkçının tekiydim.


Günlerden bir gün, mevsim bahar. Elmalar tam olmamış; çocuklar sabrı bekler mi hiç? Bizim tonton amcaya çaktırmadan çalıp birkaç tane yiyeceğiz. Plan belli. Deniz, ağacın dallarını biraz aşağıya sarkıtacak. Murat gözleyecek. Ben de tek tek koparıp cebimde biriktireceğim. Ama daldaki ilk elma bana. Murat görür, “Burcu!” diye sesleniverir, “Sus, aman sadece tadına baktım!” derdim kaşımı çatarak. Bana öyle bakmayın! Siz hiç elma çalmadınız mı komşu amcanın ağacından? Güldünüz, yakaladım. Nasıl keyifli olurdu yemesi değil mi? Hazzı da başka. Derken, cepten elmalar tek tek çıkar. Köşeye çekilir, ısırırken “Kimse görmesin...” diyerek kıs kıs gülerdik.


Alt katımızda oturan Nuriye Hanım Teyze, arkadaşlarıma ve bana ses ediyoruz diye sürekli kızardı. Dayanamazdım. Annemin evde olmadığı anları fırsat bilir; iki sandalyeyi karşı karşıya getirip bacaklarına lastiği geçirirdim. Lastik üzerinde bir sağa bir sola zıplar dururdum. Hemen yan binamızdaki Anik ile Nuriye Hanım Teyzeler kapıya gelir, hem söylenir hem de yumruklardı. Nafile, kapıyı açar mıyım? Asla! Lastik üzerinde devam ederdim. “Sana bu ceza” derdim.


Biliyor musunuz? Bayramlarda Nuriye Hanım Teyze’ye giderim. Bu anıları karşımıza alır, hem gülüşür hem de tatlı yeriz. Laf aramızda, anlatırken epey eğleniriz. Afacanlıklarım biter mi? Bitmedi; lakin evhamlanıyorum, korkacaksınız benden. Peki, madem çok eğlenceli, devam ediyorum.


Kahramanım Yeliz. Bizim komşuların camına taş atmışız, ee, kırılmış da. Bir ton laf işitirdik. “Teyzecim, amcacım aman dur etme!” derken topumuzu da patlatırlardı. Sanki kızmaları yetmemiş. Akşamı bekler, itina ile çivileri tahtaya çakardık. Şu bizim topumuzu patlatan amca var ya, onun arabasının ön tekerleğinin sağ ön tarafına bir tane, arka tekerleğinin sol arka tarafına da çivili tahtadan yerleştirirdik. Yeliz, “Burcu neden hem arka hem de öne koyuyoruz?” diye sorardı. “Yeliz, amca öne doğru hareket ederse öndeki, arkaya giderse arkadaki teker patlasın” diyerek cevap verirdim. Birbirimize bakıp “Çok mu kötüyüz?” derdik. Eve gidip sabah olmasını beklerdik. Yatağımın içinde patlama sesini duyar yastığımı kulaklarıma kapatırdım.


Murat üç taş oyununda kimselere pabuç bırakmazdı. Diğer mahallenin çocuklarına da misket için beni savunmuşluğu var. Kim bilir nerelerde şimdi? Beyaz renkli çizgilileri çok severdi. Oyunu kazanınca hemen topladıklarımı avucuna bırakırdım. O da “Bunlar da senin” der, şortumun cebine salıverirdi. Sakladım onları, zaman zaman bakıp gülümserim. Peki, sizin misketleriniz nerede?


Akşam işten gelen babam bazen beni demirlerde görürdü. Aralarından geçer diğer duvara atlardı. “Eh be çocuğum, o demirlerde ne işin var” derdi. Cevabım “Efsane oyunu oynuyorum, baba”. Ama efsane neydi, bilmezdim.


İlahi siz de mi yaka silktiniz benden? Söylemiştim ama “Ah, bu ben!” diye.


Burcu Süerkan