Gerçekten içim yanıyor... yüreğim sızlıyor...
Bir yandan ağlıyor bir yandan yazıyorum. Ama yazmasam çatlayacağım. Para hırsı uğruna insanlık her gün daha fazla neler yapabileceğini kanıtlıyor bize sanki. Gözü dönmüş bu hırs önünde duran ne varsa, canlı, cansız yıkıp geçiyor. Bu bir insansa, gaz bombası, TOMA kullanarak bir hayvansa silahlar, birkaç ağaçsa bir buldozer.
Soma'daki ağaçların üstüne yürüyen, onları köklerinden söküp bir kenara, sanki canlı bir vücut değil de yakılacak bir odun parçasıymış gibi atan buldozer sanki benim elimi, kolumu koparttı. Canım yanıyor...
Derler ki "Zeytin ağacı ölümsüzmüş". Ne yapar eder, yaşarmış, hayatta kalmaya direnirmiş.
Zeytinin cenneti Girit'e geldiğimde öğrenmiştim. "Zeytini şaşırtmayacaksın" derler... ya düzenli sulayacaksın ya da bırakacaksın, hiç sulamadan. İlk duyduğumda "Olur mu sulamadan? Ölür..." demiştim. "Korkma, ölmez!" diye gülümsemişlerdi bana, "O ne yapar eder, öyle derinlere uzatır ki köklerini kendine yeraltı suyunu bulur yine hayatta kalmayı başarır". Yüzüm aydınlanmış, yüreğim ferahlamıştı. Düşünmüştüm ki:
"Oh, ne güzel! Hiç kimse bir şey yapamayacak zeytine. O ne yapıp edip bulacak onu ayakta tutacak hayat suyunu".
Öyle değilmiş, bizim memlekette, baksanıza. Yerinden yurdundan edilen, ağzından lokması, emeğinin karşılığı, yetmedi canı alınan yalnız insancıklar değilmiş. İnsanlar "yok pahasına" giderken, bir ağaç dediğin de neymiş ki? Zannediliyor ki eskimiş bir giysi gibi yenisini alıp "dikersin", hatta ateş pahasına en güzelinden ithal edersin. Öyle olmuyor işte... Büyümesi yıllarca sürüp birkaç dakikada giden geri gelmiyor...
Benim zeytinle temasım, zeytine olan aşkım adaya taşınmamızla oldu. Belki çok eski değil, ancak bir 10 yıl kadar. Buna şükredecek kadar... Zeytin ağacının dallarının arasına girmişliğim, ellerimle tek tek tanelerini toplamışlığım, bir çuval dolusu zeytinin içine elimi daldırmışlığım var ki kendimi şanslı sayıyorum. Ömrümde ilk defa zeytin toplamaya gittiğimde nasıl heyecanlandığımı hatırlıyorum. Zeytinleri yağ fabrikasına götürdüğümüzde, hayatımda ilk kez seyrine doyamadığım o süreç. O lezzet taneciklerinin yemyeşil zeytinyağına dönüşmesi... Ve sızmaya başlayan o ilk zeytinyağına daldırılan bir lokma ekmeğin tadı, boğazını yakışı.
"Biz ne kadar şanslıyız, bu zeytinyağını arasalar da bulamayanlar varken biz zeytinyağından başkasını yemiyoruz" derim hep. Ne kadar şanslıyız ki bu topraklarda yüzlerce değil binlerce yıldır yetişiyor bu mucizevi, şifalı, ölümsüz, dimdik duran dev zeytin ağaçları. Bazılarını etrafından 2 kişi kollarınızı açıp sarsanız elleriniz kavuşamıyor birbirine. O kadar büyükler, o kadar yaşlılar, o kadar çok şeyler görmüş, geçirmişler ki... Kim bilir dile gelseler bize neler neler söylerler.
Hayata böylesine tutunan ağaçlara hangi zihniyet toplu kıyım kararı alabilir? Hangi emir kullarının elleri, titremeden onları köklerinden söküp atabilir? Hangi yürek bu sahneye seyirci kalmaya dayanabilir?
Bir kaç sene önce, güzel güneşli bir gün, çocukları götürmüştük ilk kez zeytinliğe. Arabadan iner inmez koşuştular gölgesinde zeytinlerin. Arkasında saklandılar, altında yuvarlandılar. Sonra yorgun düşüp bir tanesinin altına uzandılar. Biz kahvelerimizi içerken onlara dallarda yeni büyümekte olan tanecikleri göstermiştim. Yapraklarının gümüş gibi parladığından, kışın bile onları dökmeye kıyamadığından söz etmiştim. Baktılar tanelere, dokundular. Gövdesine yaslandılar. Tatlı tatlı esen rüzgarda sallanan yapraklarını seyrettiler bir süre. Sonra kalkıp oyunlarına devam ettiler. Bu kadar temasla bile onlar için zeytinin bambaşka bir anlamı vardı artık.
İstedim ki tanısınlar yedikleri zeytini bize bağışlayan ağaçları...
"Marketteki zeytinin nereden geldiğini bilmeyenlerden" olmasınlar...
Biz bilemedik kıymetini, ne yapsak koruyamadık, can verdi binlercesi. Belki yeni nesiller bizden daha iyi bilirler kıymetini..
Papatya Papadopoulos
YORUMLAR