Bir kadın tanıyorum. Birlikte olduğu adam tarafından Allah’ın her günü türlü hakaretlere, aşağılanmalara maruz kalıyor. Ruhunda kocaman delikler açılmış. Mutluluk mu? Onu unutalı hayli zaman olmuş. Ya da onu başka şeylerde arar olmuş. Öyleyse ”neden hala?” diyorum. “Bu yaştan sonra nasıl, kiminle, ne şekilde,” diyor. Susuyorum…
Bir adam tanıyorum. Sabah 8 - akşam 5 günü zor bitiriyor. Yaptığı işten zerrece keyif almıyor, günü dolduruyor, anı kurtarıyor. Yaşadığı mutsuzluğun kaderi olduğunu çoktan kabullenmiş; umutsuzluk ve hayal kırıklığı göğsünün tam ortasına yerleşmiş. “Başka bir iş,” diyorum. ”Hani nerede?” diyor. Susuyorum…
Bir genç tanıyorum. Çocukluğundan beri kendisine ezberletilen bölümü seçmek üzere ama eli titriyor. İstemediğini kendisi de biliyor, düşünmek istemiyor. “Öyleyse koş hayallerine,” diyorum. “Ya diğerleri, onları nasıl ikna edeyim?” diyor. Susuyorum…
Bu insanların hepsini benim kadar siz de tanıyorsunuz. Onlar her yerdeler. Bazısı komşumuz, ablamız, eşimiz, annemiz, danışanımız, çocuğumuz, belki de siz ya da ben… Kötü giden şeyleri kendi seçimleriyle değiştiremeyeceğini düşünen milyonlarca insan var yeryüzünde. Çünkü değişim çok zor; ayrılmak-vazgeçmek, acı çekmeyi beraberinde getiriyor.
Bırakabilme rahatlığının sadece insan vücudunda bile tecelli bulduğu birçok davranış var. Kusmak zordur örneğin, hatta kustuktan sonra boğazınız yanar bir süre ama rahatlarsınız. Tencere çok sıcaksa ve elinizi yakıyorsa atarsınız elinizden düşünmeden. Saatlerce sancı çektikten sonra doğum yapan kadın bilir doğumun aynı zamanda kendisinin yeniden doğumu olduğunu. Aslında düşünmeden yaptığımız fizyolojik pek çok davranış bile “acı veriyorsa bırak gitsin” mesajını veriyor insana. Peki öyleyse insanoğlu acıya mı aşık? Bence konforuna aşık… Çünkü vazgeçerse sıfırdan başlayacak, bırakırsa yenisini aramak zorunda kalacak, terk ederse vicdan azabı çekecek, karşı gelirse savaşacak. Bunlar nasıl da ağır şeyler insan ruhuna…
Örneğin tanıdığımız o kadın bırakırsa o adamı önce emeğine üzülecek, sonra suçluluk hissedecek, belki etrafın söylediklerinden çekinecek. Adam işi bırakırsa uzun süre işsiz kalmaktan korkacak ve bir süre parasız kalacak. Genç, ailesinin isteğine karşı gelirse o kadar puanı heba ettiği yüzüne vurulacak, ailesini hayal kırıklığına uğrattığını düşünecek. Ve pek çok insan gibi risk almaktan kaçınıp konforunu seçecek. Yani kadın kocası yüzünden ızdırap çekmeye devam edecek ama olsun yıllarca bu düzeni kurmak için az mı uğraşmıştı! Baksana bir eli yağda diğeri balda şimdi. Adam kafası önünde, ayakları geri geri işe gitmeye devam edecek ama olsun evine yakın, maaşıyla tıkırdayıp gidiyor, ne yani rahat mı batıyor? Genç, kafasının dikine gidip risk mi alsın, ya ailesinin dediği gibi mezun olunca iş bulamaz da pişman olursa? Nasıl sorumluluk alsın! İşte insanoğlu bu ve buna benzer savunmalarla yerinde saymaya devam ediyor. Hem de yüzyıllardır…
19. yüzyılda yaşamış Avusturyalı psikolog Otto Rank bile doğum travması kuramını bu ikilem üzerine şekillendirmiştir. Rank, insanoğlunun anksiyete nevrozunun temelinde doğum sırasında yaşanan travmanın bulunduğunu ileri sürer. Dölyatağı rahattır, uygun sıcaklıkta ve çaba gerektirmeyen bir mekandır. Zaman geçtikçe aynı imkanlar devam eder ancak bebeğin artık kıpırdayacak yeri kalmamıştır. Dış dünyanın çaba gerektiren koşullarını mı kabul etse, yoksa içinde bulunduğu koşulları mı bilemez. Ama malum sondan kaçış yok, doğacaktır bir şekilde. İşte Otto Rank insanoğlunun bu ikilemi ömür boyu yaşayacağını savunur, hem de acı çekerek. “Şehir, ülke, ev, okul, iş değiştirirken de, eşinden, sevgilinden, ailenden ayrılırken de aynı hüznü yaşayacaksın,” der.
Anne rahmindeki bu kötü anı bilinçdışı süreçlerimize kodlanmış olamaz mı? Bence olabilir… Ancak kaynağı her ne olursa olsun gidişatı değiştirmek kişinin elinde. Çaba göstermeden, yaşanacak acıları göze almadan daha iyisine kavuşmak bugüne kadar mümkün olmadı çünkü kendini gerçekleştirmek denen o nihai hedefe, önce kendini yok etmeden henüz kimse varamadı.
Handan Toprak
YORUMLAR