X

Kendim, kahvem ve kitabım, bu üçlüyü çok seviyorum. Sırf bu yüzden üçümüzü fırsat buldukça yan yana getiriyorum. Koltuğun en rahatını seçip arkama yaslanıyorum. Kitabın sayfa aralarındaki o cümlelerde öyle yaşıyorum ki o anları kayboluveriyorum okurken her seferinde. “Eskiler” diye başlıyor son paragraf. Gözüm satırda ama yüreğim ellerimin arasında, sıkışan yüzümle o günlere gidiyorum. Tutamayacağım sanırım. Sahi, ne güzel günlerdi değil mi?


Akşamüstü mü? Yanlış biliyorsunuz. “Beş saati çayı” denirdi adına. Konu komşu arkadaşlar toplanır, çaylar demlenir, o saat kaçırılmazdı. Bize de küçüğüz diye paşa çayı yapılırdı. Bu ismi çaya kim taktı bilmiyorum ama kendimce açık olmasından olduğunu düşünmüştüm hep. Sormadım mı? Sordum elbette. Ama aldığım cevaplar beni pek memnun etmedi. Biz o çaya pötibör banardık. Yok yok, büyükler de banardı ki tabağımdan kaş ile göz arasında birer ikişer eksilirdi. Bu ikili öyle lezzetli olur ki yaşınız kaç olursa olsun yüzünüz tatlanır. Ben çok eskiden keşfettim. Siz denemediniz mi?


Peki ya dantel örtüler, onları hatırlıyor musunuz? O örtüler her yerde; koltukların tepesinde, masaların, sehpaların üzerinde. Ama bizim evde televizyonun camında. O dantel örtünün altından seyrederdik yılbaşı gecesinin Milli Piyango çekiliş anını. O örtü diğer katı ile katlanır, lakin bir türlü kaldırılmazdı. Yılbaşı demişken, o gece evin tüm ahalisi, sevilenler aynı çatı altında toplanır, tombala oynardık. Kartlar tek tek dağıtılırdı. Benimkisi hep kırmızı. “Herkes kartını aldı mı?” diye seslenirdi babam. Uygun sesi alınca daldırırdı elini torbaya. Bir iki taş derken “Çinko!” diyen ilk ses duyulurdu. Herkeste bir telaş, birazdan tombala gelecek. O ses babamdan artarak yükselirdi. Ben de arkasından “Baba, ilk rakamın ilk taşını ben aldım, nasıl olur?” diye serzenişte bulunurdum. Babamla atışırdık. Oyun biter, kartlar toplanır ama babamdaki benimle uğraşma çabası bitmezdi.


Kaldırımlar yavaş yavaş insanlarla dolardı. O insanlar genelde teyzeler olurdu. O teyzeler ya pazara giderdi ya çarşıya o zamanlar. Saat aralığına sığdırdıkları anlarda da topladıkları birkaç kişiyle sohbet ederlerdi. Ben de onları süzerdim. Bir ellerinde çocukları, bir ellerinde fileleri… Gülerek ayrılırlardı hoş sohbetlerinden. Avuçlarımda annemin elindeki sıcaklık, gülümserdim yüzlerindeki tebessüme. İşte o zaman demiştim kendime, büyüyünce ben hep mutlu olacağım.


Ben eğriyi doğruyu babamın dizinde öğrenen bir neslin çocuğuyum. Çünkü bir şey anlatacağı zaman “Gel bakalım” diyerek beni koltuk altlarımdan tutar, dizine oturtur, başlardı anlatmaya. O dizde öğrenmiştim bir şey aldığımda teşekkür etmeyi, kusurum olduğunda özür dilemeyi. Özür dilemenin bir erdem olduğunu sabırla izah etmiş, ederken de sözlüğündeki en narin kelimeleri hissettirerek dokundurmuştu.


Şimdi karşılarına geçip insanlara bakıyorum. Öyle hal almışlar ki, sadece bakabiliyorum. Kendime soruyorum. Biz ne zaman ne zaman bu kadar değiştik ya da ben sahnenin neresinde uyuya kaldım da bu kadar çok şey kaçırdım?