HT Hayat Anasayfa Kadına karşı şiddet tırmanırken feminizm nerede? | Yaşam

25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ydü. Bu sebeple hafta boyunca toplantılar, seminerler, yürüyüşler düzenlendi, çokça konuşuldu ve tartışıldı, her kesimden feminist kadın hem itirazlarını dile getirdi hem de çözüm önerilerini paylaştı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Kasım konuşması geldi sonra. “Bu meselede en önemli kriter olarak eşitlikten ziyade eşdeğer kavramını, adalet kavramını görmek zorundayız” diyordu Erdoğan. Bu makul cümlenin ardından kadının kırılganlığından, narin yapısından söz etmese iyiydi. Dindar feminist Berrin Sönmez’in dediği gibi, konuşmasında kadının güçsüzlüğünü vurgulayan, onu salt anneliğe indirgeyen bir ton gizliydi sanki. Erdoğan, Twitter’da bir ara epey yaygınlaşan #lifeofamuslimfeminist, yani “Müslüman bir feministin hayatı” hashtag’inin altına yazılanları haklı çıkarmak istiyordu adeta. Mesela bir “Müslüman feminist” şöyle yazmıştı: “Müslüman toplumlarda gördüğümüz haksızlıklardan bahsederek ‘kadın hakları’ vurgusu yaptığımızda, bize hep ‘İslam’da kadın hakları zaten var’ argümanıyla itiraz ediliyor.” Bir diğeriyse şöyle yazdı: “Müslüman erkekler, İslam’ın 400 sene önce zulümle ve kız çocuklarının öldürülmesiyle mücadele etmesinden gurur duyuyor, fakat kadın hakları konusunda bugün suskun kalıyorlar.


Modern çağın karanlık yüzü


Haliyle 25 Kasım günü Türkiye’de gündem, kadına yönelik şiddet ve kadın haklarıydı. Elbette kadınların bunlar dışında da büyük sorunları var. Kadın hakları aktivisti Gaye Cön Şakar şöyle sıralıyor: “Tacizlerin, tecavüzlerin artması; karar mekanizmalarında kadınlara yer olmaması, istihdam meselesi, kız çocuklarının okula gönderilmemesi; geleneksel yapıların iktidar eliyle daha da keskinleştirilmesi; kadınların eve kapatılması; kadın varlığının ‘namus’ kavramına kilitlenmesi; yasaların çoğunlukla erkek lehine uygulanması ya da zaten yasaları yeteri kadar bilmemesi...” Buna bir de kadının kendisi hakkında vereceği pek çok gündelik kararın ucunun erkeğe bağlanmasını ekleyin... İnsanı umutsuzluğa sürekleyen kabarık bir liste değil mi? Öte yandan kısa bir süre önce Guardian Gazetesi’nde çıkan bir yazıyı hatırlayınca umutsuzluğum iki katına çıktı: “Kadınlar için karanlık zamanlar” başlıklı yazıda, kadına yönelik şiddetin en gelişmiş ülkelerde bile ürpertici boyutlara ulaştığı söyleniyordu. Bu yazıyı kaleme alan İngiliz akademisyen Jacqueline Rose, modern çağın karanlık yüzünü şöyle anlatıyor: 15-44 yaşlarında kadınların tecavüz ve aile içi şiddetten ölme riski; kanser, trafik kazası ve bazı bulaşıcı hastalıklardan ölme riskinden fazla. Aile içi şiddet olaylarında ölen kadınlar, savaşlar ve küresel çatışmalarda ölenlerin tam iki katı. Bir bilgi de, kadınların erkek partnerleri tarafından fiziksel, maddi, psikolojik, cinsel ve duygusal tacize uğratılması anlamına gelen “coercive control” (cebri kontrol) teriminin ilk kez hukuk sözlüklerinde yerini alması ve suç olarak kabul edilmesi... Feminist Amargi Dergisi ve Ayizi Yayınevi’nden Aksu Bora, “Bu terimin hukuk sözlüklerine girmesi aslında yalnız şiddetin değil şiddetle mücadelenin de arttığını, örtülü şiddetin hukuk gözünde tanınmaya başladığını gösteriyor” diye yorumluyor gelişmeyi.


Feminizme yeni bir yol çizmenin zamanı geldi


Bu dosyayı hazırlarken konuştuğum kadın hakları aktivistleri ve yazarlar da aynı fikirde: Şiddetin arttığı doğru ama bu kadınların güçsüzleşmesiyle değil; aksine, güçlenmeye başlamasıyla ve ataerkil düzenin ciddi olarak sarsılmasıyla alakalı... Gazeteci Ayşe Düzkan, bütün bu negatif tablo içinde sevineceğimiz bir yan bulabileceğimizi söylüyor: “Gecenin en karanlık anı, gün doğmadan hemen öncesidir ya, işte biz oradayız ve bu büyük çatışmadan mutlaka bir yere varacağız.” Ama belli ki şafağın sökmesine vakit var. En azından konuştuğum kişilerin hepsi, “Yolumuz uzun” diyor. Jacqueline Rose ise dünyada kadınların gördüğü zulmün arttığının altını çizdikten sonra, son kitabı “Women in Dark Times” vesilesiyle bir çağrıda bulunuyor: “Feminizme yeni bir yol çizmenin zamanı geldi!”


Tüm insanlığa yol göstermeli


Yazar, “Bugün, ‘Erkekler neden erkekliklerini tehdit altında hissettiklerinde kadınlara saldırıyor?’ sorusunu belki de hiç olmadığı kadar fazla sormalıyız” diyor, “bu soru bizi insan ruhunun en karanlık yerlerine götürüyor ve feminizm bu karanlığa parmak basan belki de tek siyasi hareket”... Rose, psikanaliz ve feminizmi birbirine tutuşturan bir yazar. Bir hayli karmaşık ve uzun cümlelerinde kadınların bilgeliğine vurgu yapıyor. “Kadınlar iç dünyalarının en acı verici ve karanlık cephelerine girmekten kaçınmazlar” diyor. Feminizmin geleceğinin kadınların içlerindeki karanlıkla yüzleşme cesaretinden geçtiğini savunuyor. Tıpkı dünyadaki karanlığı görmekten ve onu herkese göstermekten çekinmeyecekleri gibi... İşte bu yüzden, “Feminizm, bir özgürlük mücadelesinin ötesinde, dünyada hüküm süren tüm akıl dışı düzeni kapsamalı” diye düşünüyor. “Feminizm, aslında tüm insanlığa yol göstermeli. Ama bunu bugünkü karanlığa ışık tutarak değil, onu karanlıkla çevreleyerek yapmalı! Feminizm, bizi dünyadaki akıl dışı düzen karşısında tetikte tutmalı...” Belki de yazarın dediği gibi feminizm, yeteri kadar “aklı başında” kaldı; “Artık cüretkâr, şöyle skandal yaratacak türden bir feminizme ihtiyacımız var!” Rose’un bu noktada bir uyarısı var: Feminizmin “kadınlara özgürlük” mücadelesinde (burada özellikle cinsel özgürlük taleplerinden bahsediyor), şimdiki adaletsiz düzenin yerini bir illüzyon kaplamamalı... “Evet, feminizmin hâlâ söyleyecek çok sözü var. Ama feminizm kendisiyle de yüzleşmeli” diyor Rose. İşte tüm bunlardan hareketle farklı alanlardan 5 feminist kadınla, kadın hakları ve şiddet konusunda bugün durduğumuz yeri konuştuk.



Kadına yönelik şiddetle ilgili verilere baktığımızda dünyada ve bizde ürkütücü rakamlar çıkıyor karşımıza. Acaba gerçekten öyle mi, yoksa bütün bu karanlık aslında ataerkil düzenin ciddi şekilde sarsıldığının ve kadınların hızla güç kazandığının göstergesi olabilir mi? Farklı alanlardan 5 feminist kadınla, feminizmin bugününü, kadın hakları ve şiddet konusunu konuştuk

Gaye Cön Şakar, “Türkiye’de feminizm erkek düşmanlığı olarak algılanıyor” diyor: “Erkek egemen sistem, kadınları feminizm konusunda baskı altında tutmak, denetlemek için bugüne kadar hep feministlerin erkek düşmanı, kavgacı ve çirkin olduklarını söyledi. Kadınların bilinçlenmesinin önüne geçmenin bir yoluydu bu. Oysa feminizm herkes içindir...”


Feminizm konusunda geldiğimiz yer neresi? Bilhassa kadına yönelik şiddetin arttığı düşünülünce kadın hakları konusunda geriye mi gidiyoruz sizce?

Kadınlar haklarını öğrenmeye başladı. Ev içindeki ezberler bozuldu. Ataerkil düzen bugün ciddi sarsıntılar yaşıyor, erk sahipleri elden kaçırmaya başladıkları gücü kaba kuvvete başvurarak geri almaya çalışıyor.


Bir değişim sürecindeyiz o halde...

Evet, kadınlar kendi güçlerini fark ettikçe şiddet uygulayan erkeklere boyun eğmemeye başlıyor ve onurlu bir yaşam kurmak için kendi olanaklarını yaratmaya çalışıyorlar. Bu durumda erkekler de rolleri elinden alınmış gibi hissettikleri için bildikleri tek yol olan şiddete başvuruyorlar.


Eşitsizliklerle mücadele etmek için neler yapılabilir?

Yapılması gereken en önemli şey, grup çalışmaları aracılığıyla her yaş grubundan ve her alandan kadınlarla erkeklerin toplumsal cinsiyet farkındalığı edinmesini sağlamak. Bu çalışmalar Kadının İnsan Hakları Projesi çerçevesinde İstanbul’da başlamıştı zaten. Şimdiyse Diyarbakır merkezli KAMER Vakfı tarafından Türkiye’nin 47 ilinde devam ediyor. Buna ek olarak kamu kuruluşları ve okullarda toplumsal cinsiyete dayalı bilinçlenme çalışmaları da yapılmalı.



Aksu Bora: Şiddet artıyor, çünkü kadınlar güçleniyor

Ayizi Yayınevi ve Amargi Dergi’den Aksu Bora, “Feminizm son 30 yılda ciddi kök saldı, gelişti, yayıldı. Hem hareketin kendisi hem de haklar ve bilinçlenme açısından” diyor. “Ama tabii feminist hareketin dönemleri var. Kâh enerjisinin çok yüksek, hareket kabiliyetinin fazla olduğu dönemler yaşanıyor, kâh daha kendine dönük, tartışmalı ve düşük enerjili dönemler... İçinden geçerken pek eğlenceli sayılmasalar da derinleşme ve biriktirme dönemleri oldukları için bu ikinciler çok önemli. Görebildiğim kadarıyla biz şimdi bunu yaşıyoruz.”


Kadın hakları konusunda geldiğimiz yer neresi?

Eşitlik meselesinin ileri/ geri terminolojisi içinde kavranabileceğinden emin değilim. Kadına yönelik şiddetin artmasının muhtemelen kadınların güçlenmesiyle, dolayısıyla feminizmle bir ilgisi var ama bunun birincil neden olduğunu da sanmıyorum. Kadınların haklarını talep edip “daha yüksek sesle” konuşmaya başlamaları, hayatlarının dizginlerini kendi ellerine almak istemeleri, şiddeti artıran faktörler olabilir.


Kadın meselesinin hâlâ çözülememiş olmasında feministlerin hataları var mı? Geçenlerde Guardian Gazetesi’nde, “Cüretkâr, şöyle skandal yaratacak türden bir feminizme ihtiyacımız var” deniyordu. Bizim ülkemiz için de bu geçerli olabilir mi? Feministlerin hataları vardır, olmaz mı? Ama sanıyorum bu yeterince skandal yaratmamak gibi bir şey değildir. Sutyen yakma zamanını geçirdik. Kadınların skandala değil, güçlenmeye ihtiyaçları var; yasal ve kurumsal, ekonomik ve siyasal güçlenmeye... Bu, yeterince cüretkâr olacaktır. Aslında feminist literatürün zayıfladığını sanmıyorum, öyle gibi görünüyorsa, bunun sebebi çok parçalı ve çeşitli alanlara dağılmış bir literatüre dönüşmesi olabilir.


Ayşe Düzkan: Mutlu aile fotoğraflarının altında şiddet, sömürü, mutsuzluk ve depresyon var

Bir zamanlar efsane Pazartesi Dergisi’ni çıkaran Kadın Kültür ve İletişim Vakfı’nın kurduğu kolektif Güldünya Yayınları’nın koordinatörü Ayşe Düzkan’la hem kadına şiddeti konuştuk hem de kadın hakları konusunda popüler kültürde, edebiyatta, müzikte, sinemada durduğumuz yeri... Feminizmin bizim topraklarda yarattığı en büyük isim olan Duygu Asena’yı da hatırladık.


Kadına şiddet bir sorun, o şiddetin yanında duranların ittifakı ikinci bir sorun... Kesinlikle. Ama gelecekte bu dönem “kadınların özgürleşme çabalarının arttığı, erkeklerin de kendilerini zayıf hissederek bunu önlemeye çalıştığı dönem” olarak hatırlanacak. Cinayetlere bakın, neredeyse tamamı ayrılmak isteyen kadınlara engel olmak isteyen erkekler tarafından işleniyor. Kadınlar özgürleşmek istiyor. İktidar ise onu korumuyor. Öyle bir sistem ki bu, bütün erkeklerin bir çıkarı var. Kadın özgürlüğünü savunan birçok erkek de bu sistemin avantajlarından yararlanıyor.

Bu sırf bizim memleketin sorunu mu?

Kadına şiddet dünyanın da meselesi, orası kesin. Ama ezilen ses çıkarmaz, susar ve mücadele etmezse ne çatışma olur ne olay çıkar, öyle düşünelim...


O halde bu yaşanan aslında iyi bir şey de olabilir...

“Gecenin en karanlık anı, gün doğmadan hemen öncesidir” deryer ya, şimdi oradayız. Bu çatışmadan mutlaka bir yere varacağız.


Öbür taraf ne yapıyor karanlığı sürdürmek için?

Masallar uyduruyor. Onlara göre kadınlar hep evlenmek istiyor mesela, perişan haldeki erkekler de avlanmamak için hep kaçıyor. Gözümün önüne ellerinde kelebek kepçeleriyle kırlarda koşan kadınlar geliyor. Bunu nerede söylüyorlar? Boşanmak isteyen kadınların öldürüldüğü bir ülkede... Kadınların evlenmek istediği yalan, onlar öldürülme pahasına boşanmak istiyor. Oysa biz her yerde o masalları dinliyoruz. Mutlu aile fotoğraflarının altında ağır şiddet, kadın emeğinin sömürüsü, kadın depresyonu, kadın mutsuzluğu var. Omzunda çok ağır bir yük taşıyan erkeğin mutsuzluğu da var ayrıca.


Boşanmalar bu yüzden mi artıyor?

Evet. Ama birbirimizi nesne gibi görmeye başlamamızın da etkisi var belki. Erkek kadını kullanıp tüketeceği bir mal olarak görüyor, daha zengin olunca da daha yenisini, daha gencini, güzelini istiyor.


İngiliz feminist Caitlin Moran’la konuştuğumda, “Feminizm akademisyenlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” demiş ve gündelik hayatta baş etmemiz gereken sayısız küçük önyargıdan bahsetmişti.

Haklı. Önyargılar her yerde. Rock müzikteki “groupie” kavramını düşünelim. Hoş, yakışıklı adamlar sahneye çıkıyor, kızlar da peşlerinde dolanıyor. Rock âleminde kızlara önerilen şey groupie’lik, hadi olsun menajerlik. Sahneye çıkmanın groupie olmaktan daha heyecan verici olduğunu yeni yeni öğreniyor genç kızlar. Çok gerilediğimiz konular da var. “İkinci Bahar” dizisinde toplumun kolay kabul edemeyeceği ilişki halleri sergileniyordu. Evlenmeden çocuk yapan bir kadın yahut birbiriyle flört edip evlenen orta yaşlı bir çift vardı. Muhafazakâr paradigma bunları budadı. Şimdi dizilerde “şak” diye tokatlar atılıyor kadınlara, kürtaj sahnelerine kalp atışını andıran tedirgin edici müzikler döşeniyor.


Feminizm kadınları da ikna edemiyor. Feminizmi aşağılayan kadınlar var...

Çünkü feminist kadın güçlü kadındır. Patriyarkanın inanmamızı beklediği romantik hayalleri reddettiğini açık açık deklare eden kadındır. “Taviz vermeyeceğim” diyen kadındır.


Yani?

Feminizmi bir tarafa bırakalım, Marie Curie, Rosa Luxemburg ve diğerleri, tarihteki hiçbir önemli kadın aşk hayatında mutlu olmadı. Hep evlilikten söz eden Jane Austen bile evlenmedi. Eh, kadınlara en büyük başarı alanı olarak aşkın sunulduğunu düşünürsek, feminist olmak elbette cesaret gerektiren bir şey.


Yeni bir Duygu Asena’ya ihtiyaç var mı?

Kadın hareketinde bugün hem akademiye ve politika üretmeye hem de deneyim paylaşımına ve Duygu’ya ihtiyaç var. Duygu çok değerliydi bizim için, düşünsene ilk yazısına “Ayşe’ler birleşin Ali’leri değiştirin” diye başlık atmıştı. Röportajları da muhteşemdi. Tabii herkese her şeyin sorulabildiği bir gazetecilik de kalmadı günümüzde. Duygu enteresandı, çok güzel bir kadın olmasına rağmen bir gün karar aldı ve bir daha hiç dekolte giymedi. Takı da takmazdı.


Seray Şahiner: Devlet bize belalı eski kocamız gibi davranıyor

Seray Şahiner daha ilk kitabı “Gelin Başı”nda jinekolog çatalında geçen bir öykü yazmaya cesaret etmişti. “O öykü yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı” diyor. Son kitabı “Antabus”ta ise kadına şiddeti ele alıyor.


Esas meselesi kadına şiddet olan Antabus’u niçin yazdın?

Ev içi şiddet, duvarların ardında ama görünmez değil. Yan evden duyulan, yahut sokakta gördüğünüz kadının gözündeki morluktan anlaşılan bir şey. Bunu görmezden gelenler rahatsız olsun, gözlerini o kadından kaçırırken yakalanmış hissetsinler isterim. Ama asıl acımasızlık bir insanın hayatının bir diğerinin insafına bırakılmış olması. Kadın cinayetlerine verilen cezalar yıldırıcı değil. Gönül Çalışkan’ı benzinle yakan kocası onu hapisten tehdit etmeye devam etti ama aldığı ağırlaştırılmış müebbet, fiilin teşebbüs aşamasında kalması ve sanığa iyi hal indirimi uygulanmasıyla 16 yıla indi.


Kadınların bizim ülkemizde sadece kadın oldukları için maruz kaldıkları sorunlar neler?

Varlığı tartışmaya açık olmak, en büyük problem bence. Pedimiz, hamile göbeğimiz, kahkahamız, iffetimiz her şeyimiz yoruma açık. Bunların televizyonda tartışılıyor olması da bizi hedef gösteriyor. Son zamanlarda bize verilen tek hak, 9 yaşında başörtü takma özgürlüğü! Bir “hak”tan verilen diye bahsetmekten ayrıca rahatsızım. En doğal haklarımızı korumak yahut almak için bile mücadele vermek zorunda kalıyoruz. Şu da var, bunun için sokağa çıkanlar, evde dayak yiyenler değil. Onlar çıksa bir dayak daha yerler. Biz, hemcinslerimizin yankısı olarak sokağa çıkıyoruz; bir anlamda vekaleten.


Kadın hakları konusunda geldiğimiz yer neresi? Bilhassa kadına yönelik şiddetin arttığı düşünülünce geriye mi gidiyoruz? Eskisinden daha mı çok kol kırılıyor bilmiyorum ama artık daha azı yen içinde kalıyor. Kadın hareketinin bunda büyük payı var. Kadına şiddetin medyada olağan gösterilmesine, cinsiyetçi dil üzerinden gelişen şiddete verilen tepkiler sayesinde bu durumların normal karşılanmasının önü büyük oranda alınıyor. Kadının iş hayatında ve sokakta görünür hale gelmesi devletin de kocanın da işine gelmiyor. Zaten çoğu zaman devlet belalı eski kocamız gibi davranıyor bize.


Berrin Sönmez: Hiçbirimiz masum değiliz, hepimiz şiddetin ortağıyız!

“Kuran, içinde ‘kadın hakları’ teriminin geçtiği tek kutsal kitaptır ve kadınla erkeğin eşit olduğunu söyler” diyen Berrin Sönmez’e önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kadınla erkek eşit değildir” açıklamasını sordum. “Sayın Cumhurbaşkanı o konuşmada kadını baştacı eden sözler söyledi. Ama bu baştacı edilme durumu kadını hayatın karar mekanizmalarından uzakta tutmak anlamına geliyor bence” diye cevap verdi. “Kadının ve erkeğin yaradılıştan eşit olmadığı görüşü, gerçeği yansıtmıyor, Kuran’a göre bütün insanlar eşit çünkü.”


Kadına şiddeti önlemenin yolu ne sizce?

Öncelikle şunu görmemiz lazım: Hiçbirimiz masum değiliz! En tepedeki devlet adamından en aşağıdaki kanun uygulayıcısına, konu komşulara kadar herkes şiddetin ortağı. Hukuk sistemimiz kadına hep bir koruma saikiyle yaklaşıyor. Kadına “güçsüzdür” paradigması içinden bakılıyor. Kadın ve erkek hukuk gözünde eşit olmadığı için hukuk önünde de eşit olamıyor. Bunun sadece kadınların sorunu olmadığını bilmeli, tüm toplumun elini taşın altına sokmasını sağlamalıyız. Kadın cinayetlerinde suçlular çoğunlukla kocalar ve sevgililer, yani kadınların en yakınları. Bu kişilerin yalnız olmadığını peşinen kabul edelim; azmettiricileri, işbirlikçileri çok.


Kim bu azmettirici ve işbirlikçiler?

Kadının dedikodusunu yapan komşular, erkeğin kahvehane arkadaşları, akrabalar, aileler... Namus cinayetlerinde eskiden küçücük çocukların eline silah verirlerdi. Aile büyükleri azmettirici olarak büyük cezalar almaya başladığı için bu olaylar azaldı. Bu konu mutlaka ele alınmalı. Cinayet kurbanı kadının ailesine de sorumluluk düşüyor. Kızını neden korumadı, şiddet gördüğünü bildiği halde niçin devlet makamlarından koruma istemedi? Üstelik 6284 sayılı kanunda “şiddeti bildirme yükümlülüğü” var.


Haber: Gülenay BÖREKÇİ

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.