“Boş duranı Allah sevmez” derdi anneannem sürekli. Bu görüşünde, emekli bir öğretmen olmasının ve cumhuriyeti ayağa kaldıran nesilden olmasının da payı vardır. Çalışmak gerekli ve önemli ancak görünüşe göre 21. yüzyılda üretim saplantılı Kapitalizm Amca’nın, “Her şeyin fazlası zarar” sözünden pek de haberdar olmadığından şüphe edenler var artık.
Bu kişilerden biri Lasse Rheingans. Kendisi, 30’lu yaşlarının sonunda, Almanya temelli bir bilişim firmasının yöneticisi. Göreve getirildiğinden kısa süre sonra, çalışanların da desteğini alarak, günde beş saatlik bir ofis zamanını öngören -yıllık izinleri azaltmadan- bir çalışma modeli uygulamaya karar vermiş. Bu kararda en büyük rolü, Stephan Aarstol’un “The Five Hour Workday” (“Beş Saatlik İş Günü”) adlı kitabı oynuyor.
Sekiz saatlik mesaide yaratıcılığın ve üretkenliğin iyice azaldığını söyleyen firma yöneticisi, işini önemsediğinden daha çok, ailesini önemsiyor. Uyguladığı bu çalışma modelinde amaçladığı, kendi hayatlarına daha fazla zaman ayırabilen, yeterince dinlenebilen ve sonuç olarak daha mutlu, daha üretken olan, keyifle çalışan, iyi odaklanabilen çalışanlar.
İsteyen çalışanların gönüllü olarak mesaiye kalabildikleri firmada kimi işe erken gelip yalnız başına kahve keyfi yapmayı ediyor, kimileri içtikleri sigara sayısını azaltmayı deniyor, kimi de konsantre çalışabilmekten keyif aldığı için şirket içi mesajlaşmaya sadece günde iki kere bakıyor. Kendisine kalan zamanda resim dersleri alan ve ayda bir kere görebildiği babasını artık her hafta görebilen, artık çıkabildiği yürüyüşlerde aklına işle ilgili yeni ve yaratıcı fikirler gelen, alanında kendini geliştirmeye zaman ayırabilen çalışanlar da var. Rheingans’a göre, öğleden sonra dinlenebilen çalışanlar, ertesi gün işe daha motive geliyor. Bu, insan hatalarına engel oluyor, boş zamanlarda yeni fikirlerin yeşermesine olanak tanıyor. Öte yandan, firmanın çalışanlardan bazı talepleri de var. Mesai sırasında cep telefonuyla oynamak, kişisel telefon görüşmeleri yapmak ve internette gezinmek, hatta mutfakta kahve içerek ufak sohbetler etmek, bırakılmış alışkanlıklardan.
Rheingans, sistemin iyi işlediğini söylüyor ancak benzer girişimlerden başarısızlıkla ayrılan firmalar da yok değil. Örneğin, İsveçli bir bakım evi, çalışanların günde iki saat daha az mesai yaptıkları bir modeli iki yıl boyunca test etmiş. Azalan saatlerdeki iş gücünü tamamlamak zorunda kalan kurum, bir çok yeni çalışan işe almak zorunda kalınca bu modelin kendileri için ekonomik olmadığı sonucuna varmışlar.
Rheingans’ın bilişim firmasında da yeni personel alınması gerekmiş; ancak işler iyi gidince müşteri sayısı da artmış. Öte yandan firma, müşteri karşısında dik durmasını da biliyor: Kendilerinden gece saat 8’de hizmet talep eden potansiyel müşterileri reddedip onlara başka bir firmayla çalışmalarını öneriyorlar. Henüz bu deneyin sonuçları açıklanmış değil. Rheingans, kesinlikle eski, geleneksel modele geri dönmeyeceklerini; ancak gerekirse günde 6 saatlik bir modeli deneyebileceklerini söylüyor.
Yeni Zelanda’da da alışılmışın dışında bir mesai modeli
Yeni Zelandalı bir yatırım firmasıysa test etmeye başladığı, haftada dört iş günlük çalışma modeliyle üretkenliği az da olsa artırmayı ve stres düzeyini azaltmayı başarmış. Bu modelde de maaşlarda herhangi bir azaltmaya gidilmemiş. Auckland Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi testi izleyerek modelin personel üzerindeki etkisini gözlemlemiş.
Firmanın yöneticisi Andrew Barnes’ın dediğine göre personelin kendini işe verme ve memnuniyet oranlarında büyük oranda bir artış görülmüş. Üretkenlikse azalmamış. Testten önce çalışanların yüzde 54’ü iş ve özel yaşamları arasındaki ilişkiden memnunken test sırasında bu oran yüzde 78’e çıkmış.
Çok çalışmanın, geç saatlere kadar iş yerinde kalmanın, sağlığın, ailenin geri planda bırakılarak yüceltildiği bir çalışma kültüründe daha az çalışmak ilk başta inanılmaz, ütopik gelebiliyor, hatta insan buna burun kıvırıp küçümseyebiliyor. Ne de olsa çalışmak ve çok, daha çok çalışmak, kişinin, “kendini gerçekleştirmek”, kendini kendisine ve çevresindekilere kanıtlaması için gerekli, öyle değil mi? Aksi halde -geleneksel olarak- çalıştığımız kurum para kazanamaz, bu piyasada tutunamaz ve gemi batınca hepimiz batarız.
Görünüşe göre bu geleneği sorgulayanlar ve gemiyi batırmadan, tayfayı mutlu etmeye, edebilmeye çalışan kaptanlar var. Bu öncü kaptanların deneyim ve keşifleri hepimizin çalışma düzenini evriltmeye aday. Bireyi neredeyse yok sayan ve onu bir cihaza indirgeyen makinenin karşısında artık daha organik -ve muzur- bir alternatif var.
“Çalışmak için yaşamak” düşüncesi üzerinde yükselen iş (ve özel) hayatlarımızı, “Yaşamak için çalışmak” zihniyetine geri çekiyor bu alternatif.
Derleyen: Doğa Doğu
Fotoğraf: Juhasz Imre
YORUMLAR