Kitabıyla ilgili röportaj yaparken bir yazara sorulacak ilk soru, okurların tepkileri olmaz aslında. Ama ne yapalım ki yazar Uğur Yücel’in ilk kitabının arkasında koca bir sinema, sahne ve televizyon kariyeri var. O yüzden önce kitabını okuyanların ne dediklerini soruyorum. “Garip tepkiler alıyorum. Hiç düşünmediğim insanlar övgüde bulunuyor” diyor. “Bir solukta okuduklarını anlatıyorlar mesela. Bir terslik var bu işte, çünkü bazı metinlerin okura yorucu gelebileceğini düşünüyordum. Beni oyuncu olarak sevdikleri için olmalı. Niçin beğendiklerini sorduğumda çoğunlukla ‘Çok değişik’ diyor, daha önce böyle bir şey okumadıklarını söylüyorlar. Hayat şaşkınlıkla geçiyor.” Uğur Yücel’le röportajımıza kitabının başındaki kısa notlarından başlıyorum...
Orada bulunmak istememek. Her yer için geçerli bu. Mesela röportaj veren adam olmak da istemedim. Okuldan beri ün ve zirve beni hiç ilgilendirmedi. Meslektaşlarımın mutlu oldukları birçok yerin benim için bir anlamı olmadı. Bezgin ve yorgunum. Yabanilik meselesinde de bir doğruluk var. Bazen kontrol edemeyeceğim kadar uzak olabiliyorum insanlara ve buna kendim bile şaşıyorum.
Bu çok doğru. Gereğinden açık sözlü olabiliyorum. Laflarımı çoğunlukla kendime danışarak buluyorum ama bazen de küt diye ağzımdan çıkıyorlar. Ben de âlemin ortasında dertlenip duruyorum! Belki bütün bunlar bir çeşit davranış bozukluğunu gösteriyordur. Halinden hoşnut olmamak var bende. Pişmanlık yaşıyorum. “Bunları niye dedim” diye. “Bunları niye demedim” diye. Oysa şaşırarak izliyorum ki sanatçılar birer ürün, birer paket gibi sunabiliyor kendilerini. Seçimlerinde ne kadar tutarlılar. Bense kendimi yersiz yurtsuz hissediyorum. Öyleyim de sahiden. Sadece kendi istediklerimi yapabileceğim bir dünya kuramadım hâlâ.
Dertli olduğum bir zamanda söylemişim o lafı. “Tam tersi, iyi oynanmış karakterler oyuncuya mutluluk katar” diyerek kendimi inkâr edeyim. Yağmur Kesiği’nde yazılmış her şeyin bence bir eğlencesi vardı.
Bundan sonra çekeceğim filmlerde de eskiye dair işler yapacağım biraz. Yazarken dolandığım yerler zaten hep çocukluk ve gençlik yılları. Sözünü ettiğiniz Mazi hikâyesini film yapacağım mesela. Çünkü o kısık sesli, ilaç kokulu kızı çok sevdim.
Filmlerinde pavyon sahneleri olduğu halde hiç pavyona gitmemiş insanlar da biliyorum ama yaratıcı ruhlar, bir çeşit hayat bilgisine sahiptir. Ben “Sokaktan geliyor” denecek adamlardanım, mahalle çocuğuyum. Her türlü âlemden geçtim. Yazdığım her şeyi, herkesi tanıyorum.
Yeraltında, yerüstünde, gökyüzünde dünyalarım var; istediğim zaman gidip seyrediyorum. Benim dışımdaymış gibiler. Olup bitenlere şaşıyorum bazen. Tanrılar, hayaletler, konuşan bulutlar; hepsi birer karakter. Benden hızlı davrandıklarında karakterlerin enselerinden tutmak lazım arada. Yoksa alıp başlarını gidebilirler.
Yazı üzerine konuşmanın haddim olmadığını zannediyorum. Öte yandan ortada bir kitap var. “Yok yahu, keşke bunu yazmasaydım” demedim. Bazen kelle kafa bir şeyler yazıyorum gece fakat sabah olunca, aslında hazır ve kendi içinde tutarlı olan bir öykünün içine ettiğimi görüyorum. Neyse! Okurla paylaşılmayacak şeyler vardır tabii. Birkaç öyküyü son dakikada çıkardım, çünkü biri küfürbazdı, diğeriyse fazla uçuk kaçık... Ama zihnimde kalmıyorlar, onları yazıyorum sonuçta.
Sinemacı için filmin bitip ortaya çıkmasından değerli şey yoktur. Yazar için kitabının basılıp eline gelmesinin nasıl bir duygu olduğunu ise şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Masamın üstünde gördükçe ve güzel tepkiler geldikçe anlam kazanıyor kitap.
Röportaj: Gülenay Börekçi