2000 yılı sonbaharı... Ortalık “Miroğlu” diye inliyor. Sabah gazeteye gittim ve 1 saat sonra Kenan İmirzalıoğlu’nun röportaj için beklediğini söylediler. “İyi tamam da şimdi mi söylenir, ne zaman sorulara hazırlanacağım?” demeye fırsat bulamadan kendimi yolda buldum. O zamanlar akıllı telefonlar yani el altında internet yok ki yolda hazırlanayım. Canım teknoloji! Ama hiç korktuğum gibi olmadı, karşımda yıldızı yeni parlamış bir model değil, aklı başında bir oyuncu vardı. Aradan geçen yıllarda Kenan İmirzalıoğlu hangi diziye elini atsa yüksek reytinglere ulaştı, en önemlisi de her projesinde oyunculuğunu hep ötelere taşıdı. Dizileri pek çok ülkeye satıldı. Jön mertebesine erişmiş belki de son erkek oyuncu... Zira ondan sonra gelenlere, 2 sezon dizi çekmese “silindi, yıldızı düştü” gözüyle bakılıyor. Oysa o, dizileri arasında hep uzun aralar verse de kimse kuşkuya düşmüyor, jönlüğünden şüphe edilmiyor. İmirzalıoğlu, yine uzun aralarının birinde... Sadece Vestel’in marka yüzü olduğu reklamlarla ekranlarda... Bu vesileyle 15 yıl sonra yine bir sonbahar günü röportaj için buluşuyoruz. Karşımda 15 yıl önceki samimi beyefendi var...
Mankenden oyuncu olur mu olmaz mı, tartışılıyordu.
O yıllarda hep “Bir şey iddia edemem, olur mu olmaz mı zaman gösterir” diyordum, zaman da gösterdi.
Bence fena işler yapmıyorlar. Yakışıklı kardeşlerimiz, güzel kızlarımız var. Kendilerine bakıyorlar, spor yapıyorlar ve emek verdiklerini de düşünüyorum. İyi bir jenerasyon geliyor. Gençlerimizin önü açık ve parlak. Ben daha pozitif bakıyorum size göre. Başarılı olmaları doğru proje seçmelerine de bağlı.
O dönem bana 4 dizi teklif ediliyordu. Oysa sektörden tamamen uzak, Yıldız Teknik Matematik’te okuyan bir öğrenciydim. Memleketini seven öğrenci kafasıyla Deli Yürek’in senaryosu bana cazip gelmişti. Yeni Best Model olmuştum. Sadece yakışıklı bir figür olmak, zaten işi bilmeyen biri olarak beni tatmin etmezdi. Fakat Deli Yürek’teki hikâye başkaydı; hele ki 1998’de Türkiye’nin hiç aralanmamış karanlık yerlerine ışık tutmak, oralar hakkında hikâyeler yazmak veya gündemdeki bazı konulara eleştirel göndermeler yapmak bir ilkti ve enteresandı. Bu hikâye, bir üniversiteli olarak benim dikkatimi çekmişti. “İyi bir iş yapacaksam bunu yapmalıyım” dedim. Oysa diğerlerine göre en avantajsız görünendi, ne zaman başlayacağı belli değildi, herhangi bir kanalla anlaşması yapılmamıştı. Ayrıca Osman Abi’nin diğer yapımcılardan daha az para verdiği biliniyordu. (Gülüyor.) Bütün bunlara rağmen Deli Yürek’i seçmiştim. Doğru seçim olmuş.
Önce hikâye beni heyecanlandırıyor mu, ona bakıyorum.
Sonrasında canlandırdığım karakter hikâyeye ne kadar dinamik katacak, benim varlığımın etkisi ne olacak, diye düşünüyorum. Ama bütünde senaryo beni heyecanlandırıyorsa, içinde olmak istiyorsam ona göre seçiyorum.
Herkes aynı şekilde seçim yaptığını söylüyor ama onlar tutturamıyor? Hep böyle yapabilir miyim, garantisi yok. “Bu hikâye çok güzel” derim ama dizi izlenmeyebilir. Bu hepimiz için var olan bir gerçek... Tabii ki içimdeki sesi dinliyorum ama yüzde 100 garanti değildir. Doğru hikâye olur ama doğru ekip olmaz, topal olur. Setteki o takım ruhu, ortak sinerji ekrana da geçiyor.
Tabii ki. Sokağın sesine kulağınız tıkalıysa, hikâyenizi kime anlatacaksınız, neye göre seçeceksiniz? Memleketinden haberdar olmak, sokağın sesini duyabilmek gerek. Bununla birlikte annemin, teyzemin veya komşuların; otoparktaki insanın da Nişantaşı’ndakinin de beğenisini bilmek çok önemli.
Sokağa da çıkamıyorsunuz. Bu nefes aldığınız atmosferi bilmekle alakalı. Şu gerçek ki Türk insanı gerçek bir aşka asla duyarsız kalmaz. O her zaman karşılığını bulur. Mağdurun yanında olur ve onun toparlanıp güçlenmesini ve hak edenlere hakkını vermesini bekler.
Evet Ezel’de rahat rahat yürümüştüm. (Gülüyor.) Bir daha da hiç yürüyemedik. Bütün ekip o kalabalığın içinde yürüyordu ve halk da telefonla çekmeye çalışıyordu. Bu kamerada çok saçma oluyor tabii, “Ezeli Türk halkı tanıdı” durumu işi yabancılaştırıyordu. İstiklal’de ilk çekim yaparken “Biz deli miyiz ne yapıyoruz bu kalabalığın içerisinde?” dedik fakat sonra “A muhteşem oldu, bunu hep yapalım” istedik.
Ezel’de başta şunu düşündük hep, Ezel için erken olabilir. Çünkü bizim dizi sektörünün ezberleri vardı; flashback’lar çalışmaz, dizide edebiyat halka ağır gelir, mümkün olduğu kadar kaçınmak gerekir gibi... Oysa Ezel’in yarısı flashback’ti, her zaman şiir vardı, Dayı’nın ağzından felsefesi eksik olmazdı. Çok ciddi bir karşılık buldu ve bu sözler, duvar yazıları oldu.
Şu anda da Latinler izliyor.
Bilmiyorum, ne kadar doğru?
Bu sene düşünüyordum ama geç kaldım demek ki. (Gülüyor.)
Açıkçası kendimi dünya starı gibi hissetmiyorum. Yunanistan’a gittiğimizde çok net görüyoruz. Orada dizilerimiz yayınlanmadan önce Yunanlılar daha mesafelilerdi, kimse Türkçe konuşma gayretinde değildi. Aradaki buzları dizilerin eritiyor olması, bunda benim de bir katkımın olması beni de çok mutlu ediyor. Çok gururlandırıyor. Diziler sayesinde kardeş olduk. Latin Amerika’da Türkleri merak etmeleri çok değerli, dizilerin ülke tanıtımına ve marka algısına çok büyük katkısı var.
Bunun katkısı çok daha büyük. Çünkü dizinin içine giriyorlar ve karakterlerde kendilerini arıyorlar, yakınlık kuruyorlar. Bunun geri dönüşü, ihracat ve dolar girdisinden ziyade yaptığı etkiyle çok daha büyük.
Bu gücü önce iştahla kullanmaya başladık. Sonra kendi içimizdeki rekabetten dolayı zarar verdik. Süreleri uzatıyoruz ve ister istemez bir kalite problemi oluyor. Böyle gidersek iyi bir yere gideceğimizi düşünmüyorum. Bu şekilde gidilirse, sektör olarak ortak karar alınmazsa bugünleri arayabiliriz. Çünkü Türk sineması bir ara çok ilerledi, her kasabada sinema vardı, hatta Fransızlar bile buradaki çekim pratiğinden dolayı film yaptırmak istediler. Fakat sonra Türk sineması tamamen bitti. Başka bir sektöre döndü. İnşallah bu, dizilerde de yaşamayız. Bunun için önlemler almamız gerekiyor.
Benim derdim, tamamen buna dikkat çekmekti, kişisel konforumu sağlamak için değil. Çünkü sadece benim değil sektörün problemi.
120 dakika yine çekilebilir ama bunu 5 günde, 6 günde çekmek zor. Bunun aksiyon sahneleri var, hastalığı var, hakkıyla çekebilmek için daha uzun zamana ihtiyaç var. Kaset yetiştirme derdi olduğunda, mecburen iyi şeylerden feragat ederek toparlamaya çalışıyoruz. Elbette ki uzun vadede bu bir kalite problemi yaratacak.
Bırakın ertesi günü, eylüle kadar, yarın çalışacakmışım gibi hissediyordum. “A ben bu yıl çalışmıyorum” durumunu yeni yeni kabul ettim.
Neredeyse kasım itibarıyla “Ben bu sene çalışmıyorum, işim yok, sete gitme gibi bir derdin yok, tamam Kenan rahatlayabilirsin” durumu daha yeni yeni geliyor. Çünkü öyle bir devir alıyor ki insan, maraton koşucusu gibi “Hastalanmamam lazım, sürekli iyi olmam lazım, hazirana kadar sıkı gitmemiz lazım” gibi bir motivasyonla gidiyor. 3 yıllık motivasyon durmamıştı, yeni sakinlendi. Bilinçaltım “Ekranda da yoksan tamam, tatile gidebilirsin” dedi.
Sabah telaşsız uyanmayı...
Dizi yoğunluğunda görüşemediğim sevdiklerimle, arkadaşlarımla görüşüyorum. Sabah kalkıp rahat rahat gazetelerimi okuyorum. Plaklarımı seviyorum, onların tozunu alıyorum. (Gülüyor.) Çiçeklerimi suluyorum, sporumu yapıyorum. Yapmayı düşündüğüm birtakım şeyler var?
Dans dersi, şan dersi ve dövüş sanatı gibi... Biraz daha şu dönemde cebimi doldurayım istiyorum. Çünkü malzemeniz ne kadar bolsa, sette de o kadar rahat ediyorsunuz.
Hep üstüne koymanız gerekiyor. Eğer bugün, dünle aynıysa o zaman zarardayız demektir.
Onlar da bulunsun bende. Ayrıca dans etmek başlı başına keyif. Bilinçli bir şekilde yapıyor olmak çok daha keyifli olacak. Aslında bizim işimizin güzel yanı, insanların keyif aldığı şeyler bizim işimiz. Bu mola, dinlenmeyle beraber verimli olacak.
Yok. Güzel bir müzikal gelir, tabii ki isterim ama öyle bir hayalim yok. n Bir müzikalde oynarsanız hatırlatırım size. 5 yıl önce “Komedi teklif edildi de ben mi oynamadım?” demiştiniz. Hâlâ gelmedi mi? Gelmedi valla. Normalde beni özel hayatımdan tanıyanlar ya da setteki arkadaşlar “Sen komedi de yaparsın” der de ama doğru bir komedi olması lazım. Yoksa “her oyuncu her şeyi yapacak” diye bir şey olsaydı o zaman cast direktörü olmazdı bence. Öyle keyifli bir teklif olursa, düşünürüm.
Beceremeyen, sürekli ezilen bir karakterde ben zorlanırım gibi geliyor. Zaten benden hep bir şey yapmam, kafamı kaldırmam beklenecek ama öyle devam ederse sanırım o dizi tutmaz. (Gülüyor.) Ama gerçekten böyle ve derinliği olan bir proje sinemada kesinlikle olabilir. Kabadayı’da kötü adamı oynamıştım. Ancak kötü adamı oynadım ve sonunda öldüm diye filmi izlemeyenler var.
Tabii çünkü seyirci öyle görmek istiyor. Clint Eastwood’un “Affedilmeyenler” diye filmi vardı. Ata binmekte zorlanıyordu Clint Eastwood ve benim orada canım sıkılmıştı. Seyircinin televizyondaki beklentisi çok önemli. Onun dışında Ezel’deki gibi bir şeyler yaparak şaşırtmak güzel. İç dünyası çok naif, dışı Ezel gibi bir adam oynamak keyifli. O anlamda kırmızı çizgim yok, tamamen hikâyeyle alakalı.
Oyuncunun en zorlandığı, inanmadığı sahneleri oynamaktır.
Süre doldurmak için ister istemez bazı sahneler oluyor. Senaristler yapabilecekleri yapıyorlar zaten, onları eleştirmiyorum. İnsanın 120 anlamlı cümle yazması bile kolay değil, onlar bir mucize gerçekleştiriyorlar ve 120 dakikalık dizi yazıyorlar. Amerikalılar “Nasıl yani 1 haftada 120 dakika mı çekiyorsunuz?” diye hayret ediyor. İnanamıyorlar. Olağandışı çünkü...
Tabii canım, çılgın Türkler.
Mahir biraz sevme şeklini değiştirdi sadece, bende değil izleyenlerde de öyle bir etkisi oldu. Mahir’den sevmeyi, âşık olmayı öğrendik. Mahir, dışarıdan maço gibi görünen bir erkek ama yârine teslim olması, kalbini onun avucuna vermesi erkeklere aşkın nasıl yaşanacağını gösterdi. Bizim senaristler Sema (Ergenekon) ve Eylem (Canpolat) çok güzel yazdı. Normalde esas oğlan, esas kıza olan aşkını bu kadar açık etmez, ama Mahir Feride’den hiçbir şekilde güzel sözlerini esirgemiyordu. “Senin kölen de olurum esirin de” diyordu. Birçok erkeğin takıldığı şeylere takılmıyordu; “Gönlüm, sevdam, ömrüm” diyordu. Güzeldi.
Kesinlikle âşık olmayı öğretti. Aşkına nasıl davranacağını öğretti. Mahir bu davranışlarının bir zararını görmedi. Mutlu sonla bitti. (Gülüyor.) Feride, şımarmadı, demek ki Türk erkeğinin bazı ezberleri yanlışmış.
Bilakis daha da derinleşiyor aşkı, daha da çok bağlanıyor.
Bu okuma okumama meselesi değil, bu vicdanla alakalı bir şey. Zaten fiziksel olarak gücün yetiyor diye birine şiddet göstermek cahillik değil, vicdansızlık, adaletsizlik... Çok sinir bozucu bir durum, bu asla kanıksanmamalı, asla kabul edilmemeli. Kadınlar, anneler buradaki inadını asla bırakmamalı... Kadınlarımız bunun da üstesinden gelecektir, biz üstümüze düşen ne varsa yapmaya da hazırız.
Evet bir yol da bu. Erkek kodlarını koyan herkesin, dikkatli olması lazım. “Erkeklik şudur budur” diye bir şey yok. Erkeklik önce insan olmaktır. Önce adam olacaksın, erkeksen tabii... (Gülüyor.) Erkeksen adam ol.
Evet erkek egemen bir sektör. Ve bu sektörde kadın olmak hiç kolay değil. Valla bunu ben değiştiremem, böyle bir şey bekliyorsanız benden...
İtalyan genleri ağır basmış. Ama nasıl bir maçoluk bu? Kadınlar da biraz maço erkekleri beğeniyor bir taraftan.
Kötü davranmak değil de belki de cool duranları beğeniyorlardır.
Bu bence ego meselesi... “A elde demedim” diye düşünüyorsa ve bunu aşkla karıştırıyorsa, o zaman kaçan kovalanır. İlk hedefiniz elde etmekse o ilişkiden bir şey olmuyor ama gerçekten aşkınızın peşinden koşuyorsanız o zaman tamam. Bazen aşkla ego karışıyor.
Bunu fark ettiğimiz zaman sağlıklı yaşayabiliriz. Bence şov dünyasındaki herkesin farkına varması lazım, çünkü ruh sağlınızı da bozabilir. Annem önceden “Allah sağlık versin” derdi, bu sektöre girdikten sonra “Allah akıl, ruh ve beden sağlığı versin” diye dua ediyor. Bence en önemli mevzu, egomuza sahip olmak, nerede ayar bozuyor farkına varmak.
Biraz aileden gelen bir durum. Armut dibine düşer. Ayrıca okuyorum ve inançlarım da yardım ediyor. Kimse kimsenin kısmetini yiyemez. İstediğim bir şey oluyorsa “Hamdolsun” derim, olmuyorsa da “Benim kısmetim değilmiş”. Bu kadar basit. Bunu hırsa çevirirseniz sağlam bir ruhla çıkmanız zor. Bunun farkına varmak lazım ama belki burada matematiğin faydası vardır.
Matematikte 2+2= 4 değildir her zaman. O kadar geniş bakarsak aşkın da matematiği çıkar. Matematikten zaman zaman sette de yararlanıyorum. Çünkü “Matematik, A’ya bakıp B’yi görüp C’yi düşünmektir” derdi hocamız.
Bana yakıştıranlar var. Yönetmenlerimden de “Sen iyi yaparsın, kameranın istediğini biliyorsun, sete de hâkim olursun zaten” cümlelerini duyuyorum. Çok söylemeye başladılar ve ben de ciddiye almaya başlıyorum yavaş yavaş. “Ben de bir film yapayım” gibi bir hevesim yok. “Şöyle bir derdim var” noktasına geldiğim zaman olabilir. Bugünden yarına değil. Onun bir zamanı var, içeride olgunlaşıyor
Sıkı bir teknoloji takipçisi değilim ama akıllı telefon kullanıyorum. (Gülüyor.)
İlk kez bir teknoloji markasının fabrikasını gezdim. Bu kadar büyük bir fabrikayla karşılaşacağımı bilmiyordum. Vestel City’de bir yanda televizyonlar, diğer yanda beyaz eşyalar... Bir teknoloji üssü gibi. Neredeyse üretilmeyen teknoloji yok. İnanılmaz bir çeşitlilik! Bir Türk markasının böylesine bir başarı gösteriyor olması elbette gurur verici.
National Geographic’in Vestel City belgeselini izleyince ikna oldum. Gittiğimde otomobille ancak dolaşabildik; o kadar büyük. Teknoloji üretip dünyaya satıyor olmak çok gurur verici. Çok kıymetli çünkü en büyük sıkıntımız bu, üretmek ve ihraç etmek. Cari açık bakımından çok önemli. Yerli diziler de artık Güney Amerika’ya kadar 85 ülkeye gidiyor, Vestel de dünyanın 152 noktasına teknoloji gönderiyor. Bunun arkasında olmak zor olmadı, gururla söylüyorum, güzel bir birliktelik oldu.
Yerli ürünleri tercih etme konusunda herkes ihtiyacını karşılayan ürünlere yönelir. Ama yerli bir marka bu ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsa, bu durumda ilk tercih yerli markalar olmalı bence de.
Birbiriyle konuşabilen cihazlarla donatılan akıllı evler ve şehirler oldukça heyecan verici. Vestel’in akıllı telefonu Venus ile evdeki tüm eşyaların kontrol edilebildiğini gördüm. Kendi açımdan bakarsak işim gereği çok yoğun olmam nedeniyle hayatımı kolaylaştıran birçok yardımcım olmak zorunda. Gelecekte bu yardımcılarım arasında teknolojik çözümlerin daha fazla yer alacağını görüyorum
Aslında Neşet Ertaş’la başladım. Neşet Ertaş bizim oralı. İlk canlı konserleri onun yeğenlerinden dinledik. O Anadolu’nun bize işlenmiş tarafı. Bazen düğünlerde “Harmandalı oyna” derler ama “Yok ben oynamayayım” derim. Ancak misket çalmaya başladığında sağa sola bakarım ki beni oyuna kaldırsınlar diye. Ortaokulda pop, sonra yabancı pop, lisede rock, üniversitede metal dinledim. Kafa sallamaktan kafam ağrımaya başlayınca caza geldik. Caz ömür boyu yeter bana. Amerikalı hocam Barbara, “Sanat yapıyorsun, iyi yapmak için diğer sanat dallarından beslenmen lazım. Renkler, tınılar zenginlik katar ve farkında olmadan kullanırsın” demişti. Evet çıkıyor...
Sette çalışırken kaçıyorum ama yoğun olmadığım zamanlarda takip etmeye çalışıyorum.
Bir şekilde bir yerden kafayı çıkarırdım.
“Şunun gibi olacağım” gibi bir durumum yok. İnsan neye konsantre olursa, inanılmaz işler çıkarabilir. İnsanın ne kadar derin, engin ve kıymetli olduğunu gösteriyor. Sektördeki oyuncu büyüklerimin çalışma şeklinden feyz alıyordum. Tuncel Abi yaşına rağmen Ezel’de hepimiz kadar çalışıyordu. Önce okuyor, teybe aktarıyor, dinliyor, tekrar ediyordu. Çalışmayı seviyordu, en önemlisi de çalışırken eğleniyordu. Bunu motto edindim. Çaresiz sabaha kadar çalışacaksak, bundan kurtuluş yoksa, o halde en güzel şekilde geçirmeliyiz. O zaman ekibin enerjisi de farklı olur.
Yönetmenimi memnun etmeyi seviyorum. Karar mekanizması o, sahnedeki duyguyu verebiliyor muyum, benim için önemli. Ufak bir tedirginlik varsa bir daha alırım. İşim bu, yapabileceğimin en iyisi yapmak isterim
İkisini beraber... Dizi maratonunda yenilenme ve beslenme fırsatı bulamayınca bir süre sonra hazırdan yemeye başlıyorsunuz. Bu dinlenme sürecinden sonra setlere daha enerjik ve bilenmiş şekilde dönüyorum. İşimizi sevsek de yoğun tempo sonrasında yılgınlık oluyor
Pek röportaj vermiyorsunuz, programlara çıkmıyorsunuz, gerçek Kenan’ı tanıdık mı biz?
Bence insanlar biliyor ve hissediliyor. Ailemle otururken hiç tanımadıkları ünlünün EMAR’ını çektiklerine şahit oluyorum. Samimi mi, değil mi çok iyi seziyorlar. Beni tanımayan insanlarla karşılaştığımda gerçek Kenan’ı tanıdıklarını görüyorum.
Röportaj: Aysun Öz
Fotoğraflar: Ece Oğultürk