Charlize Theron: Kraliçe okuluna gittim
Geçen hafta Hamburg’da “Avcı: Kış Savaşı”nın galasının ardından filmin başrol oyuncusu Charlize Theron, Gizem Sevinç Selvi ile buluştu, Ortaya bu keyifli sohbet çıktı.
Elinde içkisi mağrur bir havayla ve aynı zamanda müthiş bir keyif ve ihtişamla girdi içeri. Nasıl desem; hem alaycı tavırlar hem içten kahkahalar, öte yandan hem şefkatli bakışlar hem de burnu düşse yerden almayacak haller... Bu gözler ne top modeller gördü değerli okur ama burada başka bir şey dönüyor. Charlize Theron’u görünce ağzım açık kaldı. İnsanın tansiyonunu düşürecek kadar güzel, garip bir aurası var. Emily Blunt’la muhteşem bir ikililer, salona birlikte geldiler. O kadar eğleniyorlar ki kahkahalar havada uçuşuyor. Charlize, Emily’nin kazağına düşen saç telini falan alıyor. Bu arada röportaja bakın, “Bu kadar masaldan fırlamışlığın üzerine böylesine aklı başında laflar etmek biraz fazla değil mi?” diyeceksiniz eminim. Bir de söylemeden geçemeyeceğim, bir ara aklıma bizim kem küm etmekten bitap düşmüş celebrity’lerimiz geldi ve biraz hüzünlendim ama yılmadım, Charlize’e odaklandım. Bakın Hamburg’da bir otel lounge’ında neler anlattı...
Şekerim, evet o benim. Teşekkürler! (Kahkahalar.)
Ah, elbette kraliçe okuluna gittim! (Kahkahalar.) Bir tür acemi birliği gibiydi, bol bol sosyopat seri katil hikâyesi okudum hayatım! İnanılmazdı...
Böyle bir karakteri oynamak gerçekten komik ve eğlenceli. Düşünün, elinizdeki senaryo tüm sınırları aşmanıza olanak sağlıyor. Tabii bunu bu tür fantastik filmlerde yapmak çok daha kolay çünkü işin içinde olağanüstü öğeler var. Ve evet, gerçekten eğlenceliydi.
Öncelikle seri katil hikâyeleri konusunda ciddi değildim! (Gülüyor.) Doğrusu ilk filmi çekerken kafamda yarattığım o ikonik kraliçe stereotipine yapışmış vaziyetteydim. Fiziksel olarak nasıl göründüğünden nasıl davrandığına kadar, bir aktris olarak kendinize bir dayanak arıyorsunuz ve sonra tüm bunları kişileştirmeye çalışıyorsunuz. Tanrım, yine seri katiller ve itiraf edeyim, onlardan her zaman etkilenmişimdir! Gerçekten davranış bilimleri hep ilgimi çekmiştir. Beynimiz bir şekilde çalışıyor ve “Tüm bu yaptıklarımızı neden yapıyoruz?” sorusu dikkate değer. Bu noktada bir restoranda oturup insanları izlemek de muhteşem ama asla yeterli değil. Garip yaratıklarız! İlk filmde de küçük kızları öldüren bir karakter vardı ve bana bir seri katili hatırlatıyordu. Sürekli daha güçlü olma çabası, Tanrı’yı oynadığını hissetmek... Tüm bunlar sahiden korkunç, kabul etmeliyim.
Bu şekilde genelleyemeyiz. Hatırlayın, Kristen Stewart da prenses olarak tam bir belaydı. Kafamızdaki Pamuk Prenses karakterini altüst ettiğini düşünüyorum. Oyuncunun yapmaya çalıştığı karakterin içinde enteresan ne varsa onu bulup çıkarmak.
Masallar çocuklara temkinli olmayı öğreten hikâyeler. Oldukça derin etkileri olduğunu düşünüyorum çünkü içinde son derece karmaşık ahlaki mesajlar var. Tabii ki daha fazla yorum yapabilmek için kızımı beklemem gerekiyor ama olanları çocuklara anlatabilmek gerçekten kolay değil. Öte yandan çocukların pamuklara sarılması ya da aşırı korunması gerektiğine de inanmıyorum. Çünkü onlar sandığımızdan çok daha sağlam bir kavrayışa ve inanılmaz sezgilere sahip. Dünyada neler olduğuna dair kendilerince bir anlayışları var, dolayısıyla her şeyin farkındalar.
Emily Blunt: Hayatları boyunca mı? Bence insan özünde ne ise odur. Küçük değişimler, esnemeler yapabilirsiniz ama büyümek, olgunlaşmak tamamen kişinin isteğine bağlı. Kinaye falan yapmak derdinde değilim ama kimsenin o kadar da değişeceğine inanmıyorum! Herkes neyse o yani, özünüzde kimseniz sonunda ortaya çıkardığınız da o oluyor. Evet, koşullar ve yaşadığımız tecrübeler bizleri bir miktar şekillendirebilir ama hepsi o kadar.
Bugüne kadar hayran olmadığım, hoşuma gitmeyen ya da belli bir seviyede de olsa empati kuramadığım bir karakteri hiç canlandırmadım, yapamazdım. Ravenna’nın öyle anları vardı ki, hayatta bilmediğim bir kötülük biçimiyle karşılaşmamı sağladı. Bunun için ona minnettarım. Ama ben de Ravenna’yı ne şartlar altında büyüdüğünü göz önünde bulundurarak yaratmaya çalıştım. Yine de bu, yaptıklarını meşru bulduğum anlamına gelmiyor elbette. Neticede nereden geldiğini biliyorum yani ortada 8 yaşında ailesinden koparılıp, 13 yaşındayken yaşlı bir kralla evlendirilen bir karakter var. Tüm bunlar küçük bir kız için çok ağır şeyler ve berbat sonuçları olabilir. Bu açıdan baktığımda evet, onu anlayabiliyorum. Bence çok komik bir tarafı da var. Kuru bir kadın, çok kuru bir mizah anlayışı var. Ben böyle insanları severim biliyor musunuz? Ravenna’yı da bu yüzden seviyor olabilirim.
Çok uzun zaman önce öğrendiğim bir şey var: Hiçbir şey için asla böyle konforlu bir otel odasında bacak bacak üstüne atıp “Tanrım, ben olsaydım asla böyle bir şey yapmazdım!” diyemezsiniz. Bu şekilde ahkam kesmek gerçekten çok kolay olurdu. Kendini başka birinin yerine koymak aynı şeyleri yaşamadan, onun başa çıkmak zorunda kaldığı şeylerle karşılaşmadan gerçekten ne yapıp yapmayacağınızı bilmeniz imkânsız. Dolayısıyla ortaya bir canavar çıkarırken bile bunu gereken derinlikle ve kalpten yapmaya çalışıyorum. Ona olan yaklaşımım herkes gibi “Aman Tanrı’m, tam bir canavar!” şeklinde olmuyor, “Asla ama asla yapmazdım” diyemiyorum. Bu kadınla ilgili fark etmem gereken en önemli şey, hiçbirimizin onun kadar korkunç şartlar altında yaşamadığı oldu.
Bu gerçekten çok karmaşık bir konu çünkü bir kez daha, herkesin durumu kendine özgü. Ve bu konuda kendimi çok şanslı buluyorum, hayatımın bu anlamda çok önemli bir aşamasındayım. Yani eşit ücret meselesinden bahsedildiğinde aklıma gelen ilk şey adalet. Her ne şekilde adlandırırsanız adlandırın, aslında feminizmin de bizden istediği bu. Pardon ama, kim kalkıp da bu yeteneğin bir erkeğin sahip olduğu yetenekten daha azını hak ettiğini söyleyebilir? Bu gerçekten yaralayıcı, kırıcı bir durum benim açımdan. Dün kendime dedim ki “Herkesin şartları birbirinden farklı ve benim bu filmde bunu yapma şansım vardı, yaptım”. Çünkü şu anda kadın oyuncuların yüzde 90’ının yapabileceği bir şey değil bu. Şöyle de acıklı bir durum var, size sunulan şartları kabul etmediğiniz anda gidip rolü başkasına teklif ediyorlar. Sürekli yaşanan, gerçek bir problemden söz ediyorum. Benim için sorun değil, para kazanıyorum, çocuklarım yatağa aç girmiyor ama kadınların çoğunun seçme şansı yok, çalışmak, faturalarını ödemek zorundalar. Benim bunu yapmam herhangi bir şeyi değiştirir mi? Bilmiyorum... Öyle olmasını umuyorum ama gerçekten bilmiyorum.
Almadım ve bu açıdan da şanslıyım sanırım. Bir sonraki işi alamayabilirdim, dolayısıyla her şeyi doğru hesaplamak zorundaydım. Hayatıma baktığımda şu anki konumumda olduğum için gerçekten şanslıyım ve beni negatif etkileyen bir durum yok. Öte yandan başka aktrisleri etkileyecek mi? Kesinlikle... Bu da gerçekten üzücü.
Bilmiyorum, dün de bunu konuştuk ama gerçekten bilmiyorum. Fakat bir şeyleri konuşmaya başladığımızda yavaş yavaş değiştirmeye de başlarız gibi geliyor bana. Gerçek şu ki insanlar şimdiye kadar bu meselenin farkında bile değildi ve şu anda bu lanet olası şeyi konuşuyoruz! Tanrım bunu söylediğime inanamıyorum! (Kahkahalar.) Yapmamız gereken bu konuyu tekrar tekrar gündeme getirmek. Hollywood stüdyoları bunu yaptığında yapımcılar da yapacak. Bence şu anda onları utandırıyoruz.
Hamburg’daki gala sonrası buluşmamıza Charlize’den önce filmin yönetmeni, dâhi Fransız Cedric Nicolas-Troyan teşrif etti. Normalde “İki kelebek uçacak diye niye benim gözüm bozuluyor” gibi isyankâr bir savunma mekanizması geliştirdiğim görsel efektlerin şahı bu adam. Sandığımdan da cool çıktı, kemik gözlükleri ve hiperaktif tavırlarıyla hayran bıraktı...
(Kahkahalar.) “Mahvoldum” demedim tabii ki ama tam olarak ne döndüğünü fark etmem 2 günümü aldı. Şöyle düşünün, karşıdan karşıya geçiyordum ve bana koca bir otobüs çarptı. Mükemmel bir otobüstü evet, ama sonuçta otobüs çarptı! Şaka bir yana, büyük bir sürpriz oldu. Gerçekten beklemiyordum ve hayata geçmeyi bekleyen başka projelerim vardı ama beni aradıkları an hiç düşünmeden “Evet” dedim. Sonra bir an kendime şaşırdım tabii, sonuçta bu benim ilk filmim. Böyle bir durumda “Aman Tanrı’m, işte oluyor!” diyorsunuz. Hemen ardından “Tam da şu an oluyor!” geliyor. Hayatım boyunca hiç böyle hissetmemiştim.
Evet, bir masal ve bir aşk filmi aslında. “Haydi şu masalı çekelim” demedik çünkü o işi Pamuk Prenses’le çoktan yaptılar. Bu kez “Eğer bir dünya yaratırsak farklı masallardan farklı karakterleri bir araya getirirsek ne olur?”u görmekti derdimiz. Bu, aslında avcının nereden geldiği yerin hikâyesi bir yandan. Avcı projesi yeni değil, hep vardı. İlk Pamuk Prenses filmini çektiğimizde ortada bir Pamuk Prenses filmi, bir Ravenna filmi, bir avcı filmi fikri vardı. Hollywood’da bu tür filmler yaparken daima düşündüğünüz tek şey “Bu evreni daha farklı yollardan nasıl genişletebilirim?” oluyor. Asla kalkıp da “Bunu yapacağım ve olacak işte” demiyorsunuz. Her zaman orada bir yerde 4 ya da 5 farklı versiyon duruyor ve her seferinde sıradaki versiyona geçiyorsunuz. Ama tüm o hikâyeler, tüm o filmler zaten orada. Mesele önce hangisinin geleceğine karar vermek.
Ah hayır! Ama Frozen’ı izledim elbette çünkü çocuklarım var! Yani Frozen’ı bir filme hazırlanmak için izlemem saçma olurdu, tabii ki öyle bir şey yapmadım. Biliyorum, oradaki karakter de Andersen’in Karlar Kraliçesi’ne dayanıyor. Yine kırılan bir ayna var ve senaryo çok çok başarılı. Zaten bu soruyu sorma sebebiniz de bu: Filmin başarılı olması. Eğer Frozen olmasaydı Narnia’ya gidecektiniz çünkü işin aslı, bu tarz filmlerdeki karakterlerin hepsi aynı: Andersen’in Karlar Kraliçesi.
Aslında her şey avcıyla başlıyor ve Emily’nin karakteri filmle birlikte ortaya çıkıyor. Filmin adının Karlar Kraliçesi olarak geçtiği ülkeler var ama Amerika’daki aslı Avcı: Kış Savaşı. Emily (Blunt) filmin geri kalanı için bir bağlantı aslında. Başlangıçta onu keşfediyorsunuz, sonra değişime uğruyor. Biraz da bu yüzden baskın bir karakter, öte yandan masala da ait.
Çok komik değil mi? Filmin adını ben seçmiyorum elbette, bir pazarlama departmanı var ve her ülkenin ilgilendiği şeyler bambaşka. Bazı ülkelerde Kış Savaşı, bazılarındaysa Buzlar Kraliçesi... Bunu anlayabiliyorum çünkü Fransa için Kış Savaşı pek de ilgi çekici bir isim olmadığını kabul edebilirim! Tabii yapacak bir şey yok, masalsı işler bunlar ve yıllar içinde bambaşka filmler için binlerce kez aynı isimler kullanılıyor işte!
Bilmiyorum, belki... Ama şu an böyle bir planım yok.
Kesinlikle Luc Besson’u çok seviyorum! Subway, Nikita gibi filmler benim için olağanüstü. Kadınları seviyorum, güçlü kadın figürünü seviyorum. Besson’un tüm işleri müthiş cool ve mutlaka böyle şeyler yapmak isterim.
Sanırım öyle. Aslında bu yüzlerce yıl önce başlamış ve küçük küçük ilerleyerek bugüne gelinmiş. Giderek daha da iyileşiyor. Kadınların başı çektiği filmler, hem kadınların hem de erkeklerin ilgisini çekiyor. Bu kesinlikle “Kim daha güçlü?” meselesi değil, bu bir tür “Biz birlikte varız” deme şekli. Mesela filmde Sara’nın (Jessica Chastain) erkek karakter tarafından kurtarılmasını asla istemedim, onun kurtarılmaya ihtiyacı yoktu. Öte yandan Chris (Hemsworth) kadına güç katan bir karakter. Bence böylesi gerçekten daha enteresan, insanların da böyle hissettiğini düşünüyorum ve derdim her zaman bir şeyleri daha ilginç hale getirmek. Gençliğimde Sarah Connor’ı izlediğimde düşündüğüm tek şey muhteşem olduğuydu. Karımla evlenirken de isim meselesine takmıştım. Neden bir kadın evlendiği adamın soyadını alıyor ki? Ya kocasının soyadı Yengeç’se? Yapmayın, adamı seviyorsunuz adını değil! Ve “Bu gerçekten yanlış ve evlendiğimde karımın soyadını alacağım” dedim. Bu yüzden Troyan’ım! Bu durum, yani kadının güçlenmesi durumu Avcı’yı çekerken de önemliydi benim için. Erkeklerin yaşama biçimlerinin değiştiğini, değişmesi gerektiğini göstermek istedim. Kadınların da aynı şekilde kendilerine bakış açıları değişmeliydi... Birçok insan filmdeki kadınlardan söz ediyor ama orada tüm testesteronuyla Chris de var! Orada bir yerden, “Hey, ben de buradayım” diyor, “Üstelik tüm kırılganlığımla!”. Bu çok komik ve tatlı değil mi? Üstelik bu durumdan hiç rahatsız değil, “Bu kadar kadının arasında, orada olabilirim” diyor. İşte modern kadının ve modern erkeğin son durumu bu.
Evet, Sara için başından beri aklımda Jessica Chastain vardı. Emily’ye gelecek olursak, film ortaya çıktığında onunla direkt imza atılmıştı zaten ve onunla çalışmak da beni de son derece mutlu etti. Ama kişisel fikrimi sorarsanız da evet, Freya hep Emily’ydi ve Jessica da hep Sara’ydı.
Charlize’le ilk filmde de birlikte çalıştık. O tanıdığım en müthiş, en cool, en komik kız kesinlikle! Aynı şekilde Chris’le de ilk filmde birlikte çalışmıştık. Dolayısıyla insanların da onların ilk filmdeki hallerini sevdiğini biliyordum.
Bunun garip bir durum olduğunu düşünmüyorum. Aksine, bence müthişti çünkü fantastik bir filmden söz ediyoruz, bir masal bu. Yani yaşadığımız yerden ilham alınarak yaratılmış ve aslında var olmayan bir yerde geçiyor. Dolayısıyla her şey harikaydı; kimi aksanlı konuşuyordu kimi de aksansız ama bunun hiçbir önemi yoktu. Goblinler gibi!
Olsun! (Gülüyor.)
Benim için her zaman önce hikâye ve karakterler gelir. Görsel efektler ise ikinci plandadır. Karakteri takip ederim, neler olduğuna bakarım. Yani ancak olay tamamlandıktan sonra “Ah, burası bir kelebek uçurmak için doğru yer!” diyerek harekete geçtim hep.
Röportaj: Gizem Sevinç Selvi