Bergüzar Korel: Ne kadar kendimi unuttuysam
Bergüzar Korel'i, “Cadı ile Maestro” müzikalinde masal anlatırken izleyeceğiz..
Geçen yıl Karadayı biterken konuşmuştuk Bergüzar Korel’le, keyifli bir sohbetti... Ancak o zaman tanıdığım Bergüzar ile geçen hafta konuştuğum Bergüzar arasında çok fark var. Bir defa, sabahlara kadar süren çekimler yok artık. Rahatlamış, dinlenmiş, enerjisi yüksek ama dingin ve gözlerinin içi daha da gülüyor...
“Niye?” diyorum, başlıyor anlatmaya...
10 yıldır vermediği arayı verdiğini, 1 yılda kendini nasıl beslediğini ve bundan ne kadar keyif aldığını söylüyor. Üretmek için aylaklık da lazım, orası kesin. “Yaratıcılığın insanlığı terk etme sebebi, çok çalışmak ve işi alışkanlık haline getirmek” diyen Grammy’li tasarımcı Stefan Sagmeister böyle düşünüyor mesela.
“Otopilot: Hiçbir Şey Yapmamanın Bilimi ve Sanatı” kitabını yazan nörobilimci Prof. Andrew Smart da aynı fikirde: “İnsan beyninde bir otopilot var. Yaşamınız üzerindeki ‘manuel kontrol’ü bırakıp dinleme durumuna geçtiğinizde, beynin otopilotu devreye girer. Bu otopilot gerçekte nereye gitmek istediğinizi ya da ne yapmak istediğinizi bilir. Fakat onun bildiğini ortaya çıkarmanın yolu sizi yönlendirmesine izin vermekten geçiyor.”
Bergüzar Korel de böyle yapmış, kendini beyninin otopilotuna bırakmış, kocası ve oğluyla yüreğinin gitmek istediği her yere gitmiş...
Korel’le son bir yılını, Pantene ve Memeder’le kanserli kadınlar için yürüttüğü projeyi ve 44. İstanbul Müzik Festivali kapsamında, 12 Haziran’da Zorlu PSM’deki “Cadı ile Maestro” müzikalinde anlatacağı masalları konuştuk. Bir de sürprizi var!
Bu sene niyetim oydu. 10 senedir çok yoğun çalışıyorum. Bu sene ilk kez ailecek çalışmadığımız bir dönem yaşadık. Ortak aldığımız bir kararla bu yılı birlikte seyahat ederek değerlendirmek istedik. Dünyayı dolaştığım, farklı kültür ve hayatlara dâhil olduğum bir yıl oldu. Bu meslekte yolumun daha çok uzun olduğunu düşünüyorum. O anlamda biraz iç sesimi dinledim ve gerçekten çok güzel tekstler okusam da tam anlamıyla ailemle kalmayı tercih ettim. Bu da bana çok iyi geldi.
Bazısı sahneye konuldu, bazısını görmedim. Her şeyin bir zamanı olduğunu düşünüyorum. Benim hayatımda da öyle oldu. Yaptığım işlerde hep yüreğimin sesini dinledim, stratejik davranmadım. Bir gün tiyatro yapacaksam doğru zamanda yapacağım. O yüzden bu sene tiyatro yapmadım. Ne yaptım? Seyahat ettim, resim çizdim, evimin mutfağında zaman geçirdim, tango yaptım ve en güzeli de tam mesai anneydim. Dolu dolu geçen bir seneydi benim için. Durduğuma hiç pişman değilim.
Kamboçya, Kenya (Masai Mara), Maldivler, Londra, Colmar, Paris, Strazburg, Amsterdam, Brugge... Beni en çok etkileyen yer tabii ki Afrika oldu.
Oradaki doğal dengeyi gördükten sonra aslında yaşamak için ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunu gördüm. Maldivler’de tatil yapacağımız adaya giderken çıkardığım ayakkabılarımı, 5 gün sonra uçağa giderken giydim. Bir şort, bir tişört, yalınayak ihtiyacımız olanla beslenip son derece basit bir deniz tatili yapabileceğimizi gördüm. Kamboçya bambaşka bir deneyim oldu. Tapınakları gezdim. Aydın kesime yapılan katliam sonucunda ülkenin gerileyerek şu anda gelir düzeyinin çok düşük olduğunu, insanların evlerine, çocuklarına ekmek götürebilmek için yaptıkları ağır işçiliğe şahit olmak tüm geçmişimi, ideallerimi, hayatımı, en önemlisi kendimi bile sorgulamamı sağladı.
Daha az tüketmeye başladım her anlamda. Hayatımızı küçülttük. Hepimizin belli bir temposu ve belli standartları var. O standartlara daha az zaman ve mesai harcayarak ufkumun genişlediğini gördüm. Bir de benim uçmakla ilgili fobim vardı; onu da üzerine gidip yendim. Bu şehir koşuşturmacısının içinde her şeyde çok hoyrat olduğumuzu gördüm, en çok da tüketimde. Bir damla suyun bile değeri artık bambaşka benim için.
Hayranlıkla belgesellerde ne izliyorsak hepsini o coğrafyalarda yaşamak müthiş bir deneyimdi hepimiz için. Asıl olan hayatta kalmak! Hiçbir canlı ihtiyacından daha fazla bir şeye ihtiyaç duymuyor, müthiş bir denge var. Bunların dışında avlanmayı görmek acayip bir deneyimdi. Bizler de hayatta kalmak için çok çabalıyoruz ama kimbilir ne dengeleri değiştirip ne kadar çok şey kaybediyoruz. Yaşadığımız koşuşturmacanın içinde, çalışırken, beslenirken, eğlenirken, iletişim kurarken özümüzü unutuyoruz. Kısacası sağlıklı ve mutlu bir hayat yaşamak için aslında en çok ihtiyacımız olan şeyin “az” olanla yetinmek. Doğanın, nefes alan tüm canlıların ve insanın özünü hep hatırlamamız gerektiğini öğrendim.
Bence hayvanlardaki ve çocuklardaki en net şey, her duygunun son derece gerçek ve ilkel olması. Hiçbir hissi saklamıyorlar. Oyunculuğun da temelinde var olan ilkellik, bu anlamda onlarla bağdaşıyor bence. Oyunculuk biraz pervasız... Teknik kısmından değil, duygudan bahsediyorum. Duygu hesaplanıp planlanan bir şey olamaz! Afrika seyahatinde gruptaki herkes avlanma olayını görmek istiyordu. Cipin içerisindeyken yavruları olan bir aslan ailesi gördük. Yavru aslanlar birbirleriyle oynarken bir anda yanlarına anneleri geldi. Annelerini gördükleri an, ona doğru koşup yaptıkları sevgi gösterisi hepimizi öylesine etkiledi ki. Aslında yeryüzünde var olan tüm duygular aynı, hepsinin temelinde bu ilkellik ve yalınlık var. O kadar salt ve gerçek duyguları gördükten sonra hayatınızda fazla parıltılı şeylere tahammülünüz de kalmıyor.
Öncelikle bu albümün bence en büyük özelliği, bir bant albüm olması. Her biri kendi alanlarında son derece kaliteli müzisyenler ile çalışmak benim en büyük şansım. Tüm enstrümanların kendi dilini konuştuğu bir albüm oldu. Ben alıştığımız parçaların değişen altyapılarına eşlik ederken, ilk dinleyişte etkilendiğimiz ama tekrar tekrar dinlemeye kalktığımızda bizi yoran bir vokal olmamasına çabaladım. Müzisyenlere elimden geldiğince eşlik edip, 12 tane küçük hikâye anlattım, hepsi bu.
Anneler Günü hediyesi olarak bir çiçek yapmış. Her yaprağında bir şey yazıyor. Yaprakların birinin altında “good singer” yazıyordu. Müzik âşığı bir çocuk olduğu için müzik kalitesi yüksek kişileri dinliyor. Kalben’i ve bizim albümü çok seviyor. Hatta kendisi de garaj bent’te birtakım çalışmalar yapıp “Benim de albümüm çıktı” deyip CD’ye bastırmış. Ailenin bütün üyelerine CD’yi dağıttı ve hepimizin arabasında bir Ali Ergenç albümü var. Örnek alması çok hoşuma gidiyor.
İşin oluş biçimi aslında çok acayipti. Halit bana “Beni Aykut (Gürel) aradı” dedi. Ben de, “Aykut sana albüm mü yapacak?” diye sordum. O anda bana “Hayır, sana yapacak” dedi, ben şaşırdım. “Dalga geçme benimle” dedim ama sonuç buralara geldi. Oğlumun bu kadar müziği bilmesinin en büyük sebebi babası Halit. Çok büyük bir arşiv var evimizde, müzikle dolu bir ailede büyüyor. Ali, babası sayesinde her müziğe ulaşabiliyor. Halit bir albüm yapar mı bilmiyorum ama canlı performansı çok iyi olduğu için onu dinlemek çok güzel.
Konser büyük bir sorumluluk. Sahne heyecanı, canlı canlı seyircinin karşısına çıkmak büyük bir sorumluluk getiriyor. Kendimi hazır hissetmem, yapabileceğime yüzde 100 inanmam ve çok istemem gerekiyor. Şimdilik adımlarımı temkinli atmak taraftarıyım.
İKSV bu teklifle geldiğinde hem gurur hem de çok büyük bir mutluluk duydum. İşin içinde müzik var, masal var, çocuklar var. Ali’ye nasıl her akşam masal okuyorsam şimdi aynısını sahnede yapacağım. Sadece oyuncu değil, anne kimliğimin de bu etkinlikte olmamda önemli rol oynaması ve bana teklif edilmesi en başta bir anne olarak çok hoşuma gitti ve hiç düşünmedim bile.
Evdeyken bilgisayardaki kayıtlarla çalışıyorum, önümüzdeki günlerde orkestra ile prova yapmak için Berlin’e gideceğim. Ali’ye anlatıyorum heyecan ve merakla dinliyor, çok eğleniyoruz.
Umarım... Sanata ve müziğe değer veren tüm ailelerin orada olup bize destek vermelerini çok istiyoruz.
Severim. Küçük Prens açık ara hepsinden önde tabii... Bir de Prenses ile Bezelye Tanesi...
O kadar çok var ki... Birini söylersem diğerine haksızlık etmiş olurum. Albümde olmayan ‘Su Gibi’yi, albümdeki ‘El Gibi’yi ve ‘Hayat Sana Teşekkür Ederim’i çok severim.
Evet var. Ama sürpriz olsun.
Ne yapmak istediğimden çok, ne yapmak zorunda olduğumla dolu geçen bir 3 yıl oldu. Bundan asla şikâyet etmiyorum. Çünkü ben ekmeğimi bununla kazanıyorum. Çocuğuma da bu işten kazandığım parayla bir gelecek hazırlamaya çalışıyorum. Bu seneme dönüp baktığımda, “Evet çok şey yaptım” diyorum. Küçük ama rekabetçi olmayan bir kafe açtım.
“Bergüzar’ın kafesi bu kadarcık mı?” diyerek tepki veriyorlar evet. Ama orası benim ruhumu çok besleyen bir yer. Her bir taşında, her bir kahve çekirdeğinde benim hayalim, imzam ve ruhum var. O anlamda orayı çok seviyorum. 3’üncü dalga kahvecilik çok büyük bir rekabet halinde artık. Ben o rekabetin içersinde değilim, kendi yağımla kavrulmaya çalışıyorum. Bir iddiamda yok, sadece bir mahalle kahvesi yapmak istedim; insanların işe giderken uğradığı ve muhabbet etmek için soluklanacağı bir yer..
Resim hiç denemediğim, çekindiğim bir şeydi. Kendime karşı acımasızım bazı konularda; “Yapamam, edemem” derim. O anlamda kışın atölyeye girerek resim yapmak çok iyi geldi. 3 boyutlu bir şeyi kâğıda aktarmayı öğrendim. Zamansızlıktan şikâyet etsem de tango yapıyordum ve o kendimi çok iyi hissettiriyordu. Hep “Dans etmek uçmak gibi” derlerdi, ne olduğunu anlayamazdım ama tango yaptığımda anladım; özgür hissettim kendimi. Biraz otokontrolü yüksek bir kadınımdır ve bu sayede kendimi bırakabilmeyi öğrendim.
“30’dan sonra her şey farklı olacak” diyorlardı. 33’e geldiğim bu yıl, kendime yolculuk yaptığım, ne istediğime ve hissettiğime önem verdiğim bir sene oldu. O koşuşturmaya çok alışmışım. Bazen kalıp böyle bir şeyler yapmak istiyorum. Hiçbir şey yapamasam dahi sabah 08.30’da kalkıp dükkâna yürüyerek gidiyorum. Oradaki yapılacak işleri yapıyorum ve bu beni çok besliyor. Bunların oyunculuğuma da katkısı olacağını düşünüyorum.
Evet, bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Az önce de dediğim gibi 33’ten sonra her şeyimle kendimi sevmeyi öğrendim. Takdir edilmenin karşısında ne yapacağını bilemez bir halim hâlâ var ama bunun tadını çıkarmanın ayıp olmadığının farkına vardım. Çünkü tevazu bizim ailemizde çok önemliydi. Hiçbir zaman tevazuyu elden bırakmıyorum. Çünkü öyle mutluyum. Düşündüğümde her zaman şükrediyorum, teşekkür ediyorum. Sosyal sorumluluk projelerinde, Pantene ve Memeder’le yürüttüğümüz “Birlikte Daha Güçlüyüz” projesinde bire bir yer aldığım için mutluyum, insan yaşamın değerini daha iyi anlıyor.
Bu süreç korkumun üzerine gitmemle başladı. Babamı kanserden kaybettim ama çok farklı bir hikâye o. Ona hastanede bakarken çok güçlü durdum ancak aslında bunun sıkıntıları sonrasında çıktı. Çünkü bir yara olarak sizde kalıyor. Tüm hastalıkların, özellikle de bu hastalığın tamamıyla insanın hayatı yaşayış biçimiyle alakalı olduğunu gördüm. Bir araya geldiğim kadınlardan sonra kendime de çok paylar çıkardım. Bize hep babasının aslan kızı olmak öğretilmiş. Aslında bunun ne kadar bu hastalığa kapı açtığını gördüm. Bu noktalarda bonkör olmak lazım. Kadınlığınızı unuttuğunuz noktada bu hastalık sizi kıskıvrak yakalıyor. O anlamda da benim için bir yüzleşme oldu. Bütün kadınlarla konuştuğumda hepsi gülüyorlardı. Ama önceden böyle değillermiş tabii.
Kelimelere dökmekte belki zorlanabilirim ama kendimi düşünüyorum da; sabah kafeye gidiyorum, saat 15.30’da Ali eve gelmeden evde olmam gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman bunu Ali için mi, yoksa kendim için mi yaptığımı sorguluyorum. Annelik çok garip bir şey, hiç bitmeyen bir suçluluk duygusu ama aslında o suçluluk hissini duymamak için bunları yapıyoruz. Çocukla geçireceğin kaliteli 1 saat bile hiçbir şey yapmadan geçirdiğin 12 saate bedel olabiliyor. Bazen annelik bencillik de barındırıyor. “Ben iyi bir anneyim, onunla birlikteydim, iyi vakit geçiriyorum” diye düşünüyor insan.
Pantene’le birlikte Memeder ile ortak bir proje yapmak istememin en büyük sebebi, kanserli kadınlarımıza güç vermek. Bu hastalığın riskini azaltan en önemli şeylerden biri de belirli aralıklarda kontrol. Erken teşhiste bu hastalıktan kurtulma oranı çok yüksek. Migros’tan alınacak pembe kurdelelerle Memeder’e katkıda bulunulabilir. 30 Haziran’a kadar devam ediyor.
Kadınlar kendilerini unutmasınlar. Ben ne kadar kendimi unuttuysam, o kadar mutsuz oldum hep. Çünkü bir gün geliyor ve tükeniyorsun. O yüzden kimse kendini unutmasın. Nacizane tavsiyem bu.
Röportaj: Aysun Öz