Beykoz’un sırtlarında güzel bir evin salonundayım. Şöminenin üstünde aile fotoğrafları, soldaki vitrinde eski araba modelleri, başka bir rafta ziyaret edilmiş şehirlerden alınan süsler... Evini incelerken sevgili Rasim Öztekin geldi. Önce oturup eski günlerden konuştuk. Elimde eski oyunlarının afişini görünce epey şaşırdı. Meğer arşivleme huyu yokmuş, çoğu şey gitmiş. “Çok araştırdım, hatta bir ara araştırmayı unutup skeçlerinize daldım. Huysuz Virjin taklidinize çok güldüm” dedim. Yüzünde kocaman bir gülümseme, o gün Seyfi Dursunoğlu’nun onu nasıl kandırdığını anlattı: “O zamanlar taklidini yapıyordum. Beni arayıp ‘Kostümlerini al gel, birkaç dakika kalır gidersin’ dedi. Ama o gün şovu tamamen ben sunmuştum.” Öztekin ile buluşma amacımız sadece eski günleri yâd etmek değil elbette. Bu hafta Show TV’de yeni dizisi Klavye Delikanlıları başlıyor. Farklı da bir konusu var. Bir grup genç, daha doğrusu bilgisayarının başında sağa sola atıp tutan klavye delikanlıları, hacker’lığa soyunur ve dijital dolandırıcılık yapmaya karar verir. Öztekin’in canlandırdığı Hiko Dayı da bu hikâyede mahallelinin sevdiği, herkesin saygı duyduğu yardımsever bir aforizma ustası. Hem neşeli hem de hüzünlü... Uzun saçları, elinde iri tespihi ve kareli pijama altıyla yine farklı bir karakterle karşımızda olacak. Oyuncuyla diziyi, eski günleri ve Ayvalık’ta kuracağı oyunculuk atölyesini konuştuk. Sohbetimize bir ara Öztekin’in köpeği Diego da katıldı.
İlk başta böyle bir işe başlarken benim için önemli olan birkaç kriter vardır. Bunlar yapım şirketi, yani projeyi kimin yazdığı ve projedir. Süreç Film’i duyunca kabul ettim. Bir de Murat Şeker’in işin içinde olması beni heyecanlandırdı. Proje de güzel... Arayışım, değişik bir tip oynamak. Aynı tipleri canlandırmaktan sıkılıyorum çünkü. Benim eğlenmem lazım ki seyirci seyrederken mutlu olsun. Hiko Dayı da eğleneceğim bir tip. Üstelik gerçek bir karakter. Bozcaada’da tanınır. Şimdi rahmetli olmuş. Karakterin dediğiniz gibi kendine göre bir felsefesi var ki o da çok basit; hayatta ne kadar çok şeye sahip olduğun değil, ne kadar az şeye ihtiyacın olduğu önemlidir. Ama bu hayat, biraz da tembelliğe itiyor bu arada. Zekâsıyla kendini mahalleliye sevdirmiş. Enteresan bir tip.
Bu sefer bayağı uzun ve terletici bir peruk ama zamanla alışıyorsun. Hep derim, benim dükkân bu, ister sakal koyun ister peruk. Sonuçta dükkân çıplak. (Gülüyor.)
(Gülüyor.) Aynen, evet. O dizi çok başka bir şeydi, farklı bir kafaydı. Oradan buraya geldik. İkisi de kendi çapında gayet güzel.
Evet. Her işte seyirci beni başka bir tip olarak görüyor. İlk başta bir yadırgıyor, sonra da çok seviyor. Ama buna alıştı. Onlar da Rasim Öztekin’i değişik bir tip olarak görmek istiyor, “Bakalım bu sefer ne yapmış?” diyor. Bu da benim hoşuma gidiyor. Bu çeşitlilik benim iç dünyamı da yansıtıyor.
Ben de geçen gün ona dikkat ettim. Raconu seviyorum. Kuddusi, Fehmi ve şimdi Hiko Dayı, etrafa hem racon kesiyorlar hem de öğüt verme halindeler. Bu eğitici hal benim hoşuma da gidiyor. Boş bir şey yapmıyoruz, seyredene bir şey veriyoruz.
Günümüzde o kadar popüler ki sosyal medya. Türkiye’de sahiden klavye delikanlıları aldı başını gidiyor. Çok rahatlar. Yakalanma şansları neredeyse yok ve oraya buraya sallayıp duruyorlar. Zaman zaman bu kişiler sahte gündemler bile yaratıyor. Bugüne kadar bunun dizisinin yapılmamış olması bile bence geç. Hiç olmazsa bir ucundan biz yakaladık.
Yeni yeni bir araya gelmeye başladık. İlk, okuma provalarında buluştuk ve sıcak bir hava esti, eğlendik. Sette de eğlenmeye başladık. Gerçi her set için söylerler bunları.
Ya bir ara çok yapıyordum da şimdi o kadar bakmıyorum. Ne bileyim. Kolayını buldum zaten, Google Alert var ya ona adımı yazdım. Bir şey olunca bana mail olarak geliyor.
Evet ya. Masaya koyduğun afişi gördüm.
Amatör çekimler yapılmıştı ama profesyonel çekim yapılmadı. Çekilmiş olması gerekti. Herhalde karambole geldi. Kadro falan da çok güzel. Rahmetli Cenk Koray, Tulû Çizgen, Sinen Bengier, İlhan Dener, Demet Akbağ, ben... Grup Vitamin de müziklerini yaptı. Ne güzel işti yahu! Rahmetli Cenk Abi’yle çok eğleniyorduk. Turneleri nasıl da güzel geçiyordu. Aile gibiydik...
Bir parodiydi. Metro yapmıştık, bir yerden girip diğer taraftan çıkıyordun. Eğitimle ilgili o zaman dalga geçtiğimiz şeylerin bir kısmı da oluyor gerçi. Gerçekçiymiş...
Orta Oyuncular’da oynadığımız oyunlara baktığında bir sürü var. Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı. Bugün yaşanan bir şey ki o zaman bakkallar revaçtaydı. Direnen bakkallar gerçekten kahraman. İstanbul’u Satıyorum var, al işte...
Kavuktan sonra bir sorumluluk geldi bana. Bu sorumluluğu daha değişik bir hale getirmek istiyorum. Şimdi Ayvalık Belediyesi’yle beraber Rasim Öztekin Tiyatro Atölyesi kuruyoruz. Oranın civarındaki gençlerle tiyatro yapmaya çalışacağız. Kriterimiz 18 yaşından büyük olması. Belki yazar ve oyuncu çıkar. Kavuk beni tembellikten kurtardı.
Yurt dışında kalma çabası gibi geliyor. Birçok eğitimde geçerli sizin dediğiniz. Eğitim her yerde eğitimdir. Burada da alınabilir ama herkes istediğini yapmakta serbesttir. Derste her şeyi anlatamazsınız. Öğüt vererek olmuyor. Mesela beni usta olarak kabul ediyorsa, benim anlattıklarımı dinlesin, izlesin. Ferhan Şensoy ile anımızı anlatıyorum, Münir Özkul’u anlatıyorum, Erol Günaydın, Zeliha Berksoy... Bunlar ders. Setteki davranış biçimim de bir ders. Set saatinden mutlaka yarım saat önce giderim. Beğendiğini örnek alacaksın, beğenmediğini de almayacaksın. Ben de konservatuvar bitirmedim ama benim konservatuvarlarım Erol Günaydın, Münir Özkul, Tuncel Kurtiz’dir. Yıllarca kulisi ve sahneyi paylaştım. Onlar da bana böyle gösterdi.
Anadolu’ya gidince çok çarpıcı şeyler oluyordu. Anadolu’dakiler saftı, olduğu gibilerdi. O yüzden muhteşem hikâyeler kendiliğinden oluşuyordu. Köylerde yarışma yapıyoruz, bir sürü hediye dağıtıyoruz ama en revaçtaki hediye merdaneli plastik bir çamaşır makinesi. Orada daha pahalı buzdolabı var ama yüzüne bakmıyor kimse. Meğerse onunla çamaşır yıkamıyorlarmış, yayık ayran ve tereyağı yapıyorlarmış! (Gülüyor.)
Bir tane daha var. Bilecik’teyiz, çekim yapacağız. Belediye arabasından 3 kişi sürekli yanıma gelip “Abi gel arabamızda rakı ikram edelim” diye tutturdular. Çekim var, içemem. 10 dakikada bir geliyorlar falan. Neyse, çekime başladık, artık sonlara doğru kameranın arkasında da bu 3’ünü izliyorum. Aynı İtalyan komedi filmi gibi, biri sağa koşuyor, diğeri sola koşuyor, sonra birbirlerine dönüp “Bilmiyorum” der gibi ellerini açıyorlar. Bir de sarhoşlar... İyice meraklandım. Çekim bitti, gittim birinin yanına “Noldu?” dedim. (Sarhoş taklidiyle.) “Abi sorma, arabayı kaybettik bulamıyoruz” dedi. Arabayı nereye koyduklarını unutmuşlar! (Gülüyoruz.) Çok komik tiplerdi.
Kitap yazmaya niyetleniyorum. Sonra kendime “Manyak mıyım, Türkiye’de kitap okunmuyor ki?” diyorum. Vazgeçiyorum. O yüzden korsan yayıncılık yapanı da anlamam. Ne satılıyor da neyin korsanını yapıyorsun? Türkiye’de tek para kazanılamayacak iş o. Enteresan. Eninde sonunda belki olur ama benim kitaplığımı süsleyecek bir şey olur.
Yemek olayı benim için gerçekten keyifli bir şey. Terapi gibi. Setten yorgun argın geliyorum eve, yemek yapıyorum. Eşim “Bırak yorgunsun” diyor, ben de “Yok, ben o sırada dinleniyorum” diyorum. Yemesinden de keyif alıyorum. Yemek benim için karın doyurmadan öte. Yemek benim için bir karnaval, seremoni. Allah aratmasın o ayrı bir şey ama tadını sevmediğim bir şeyi aç da olsam yemem. O da benim şımarıklığım yani.
Ya aslında evet. Yemek programı konusunda idolüm Gérard Depardieu. Onun bir programı var, Avrupa’yı geziyor. Öyle bir program yapmak isterim. Gezerek yemek... Eninde sonunda da yapacağım. Ancak Gérard Depardieu sadece yiyici olarak o programda bulunuyor. Yanında şef var, o anlatıyor. En sevdiğim yemek programıysa İki Obur İtalyan. Onlara bayılıyorum yav, hastasıyım. Amacım tam onlarınki gibi program yapmak.
Ya biz bir ara bunu İlker (Ayrık) ile yapmaya kalkıştık. Hâlâ o bir projemiz olarak da duruyor. Çekişebilecek, birbirini iyi tanıyan iki kişi olması gerek. Ben hep “Keşke Erol Günaydın ile yapabilseydik” derim. Gerçekten çok eğlenirdik herhalde. Ama ikinci kişi için bir sürü alternatif bulunabilir.
Yapma yav... Okulun en önemli dersi stenografiydi. Hocaya diyorum ki: “Yeni bir şey icat etti Japonlar. Düğmeye basıyorsunuz, o sesi kaydediyor. Sonra da siz onu dinliyorsunuz.” Sürekli beni dersten kovuyordu. Herif de haklı, stenografi kalksa adam aç kalacak. Her yıl aynı ders vardı. Fotoğrafçılık dersi vardı, her derste karanlık odaya sadece 2 kişi girebiliyordu. Bütün yıl o odaya girmeyi beklerdik. Ben hiç beceremedim girmeyi. Allah’tan karanlık odaya kalmadık. Hâlâ o ders vardır.
Tabii ya... Bizim zamanımızda da bilgisayara geçilmişti. Dijital baskı vardı ama biz son teknik olarak web ofset baskıyı okuyorduk.
Yani aslında bir gazetede yazılar yazıyordum. Ancak yönetim değişince kovdular beni. Sonra başka bir gazetede başladım, oradan da yönetim değişince kovdular. Kovulma olayını da buradan yaşadım. Benim en taktığımsa, gelen yönetim ilk icraat olarak beni kovuyor. “Rasim mi? Hemen hemen atın onu” diyor. O ana kadar gazetenin kötü gidişatından ben sorumluymuşum gibi ilk ben kovuluyorum. İkinci kovulayım bari! Sonra ben de bıraktım gazeteciliği. Madem her şeyin sebebi benim, ben de basın kendini toparlasın diye bıraktım. (Gülüyor.)
Ne, “Kadın olsam işveli olurdum” mu demişim? Hadi ya... Allah Allah. Hatırlamıyorum.
Öyle... Hastalandığım zaman anlamıştım. 2 ay yoğun bakımda kaldım. O zamanlar birtakım gerçeklerle yüzleştim. O sırada Bekir Coşkun’un kitabını okuyordum. Diyordu ki: “Taşınırken bir sürü gereksiz şeyi o evde bırakıp gideriz. Aslında onlar yıllardır atamadığınız ıvır zıvır, bir gün lazım olur diye yanınızda taşıdığınız ağırlıklar. Bunları bırakınca yeni evine ferahlamış olarak gidersin. Bunun gibi bir sürü senden kan emen, ağırlık yapan insanları da bırakıp rahat edebiliriz.” Çok hoşuma gitmişti o yazı. Sonra düşündüm, hayatın boyunca o kadar gereksiz insanla beraber oluyorsun ki, onlar senin zamanını alıyor, yeri geliyor ekonomik olarak zarar veriyor. Sülük gibi. Hayatımdan o kişileri çıkardım, çok rahatladım.
Röportaj: Ece Ulusum
Fotoğraflar: Süreyya Yılmaz Dernek