Keşke anlattığı her şeyi sayfalarca yazıp size aktarabilseydim, keşke daha önce tanışsaydım, daha çok sohbet edebilseydim… Evet, Engin Günaydın ile ilgili çok keşkem var. Röportajımız için ilk kez bir araya geldik ve sohbetinden çok keyif aldım. Zaman nasıl akıp geçti fark edemedim bile. Her sorumu samimiyetle yanıtladı.
Bir avizeci dükkânım var, adım Fikret. Filmin başında eşim (Gülse Birsel) boşanmak istediğini söylüyor. Ekonomik durumum da iyi değil. Evden kovuluyorum. Sonra Solmaz’la (Demet Evgar) tanışıyorum ve kendimi enteresan bir ortamın içinde buluyorum. Bu arada Fikret hiç yalan söyleyemeyen, mevcut konumu bozulduğu an bütün dengesi bozulan biri. Karakterine uymayan durumlarla karşılaşıyor ve başı belaya giriyor.
Söyleyemem, çocukluk hatırası olarak görüyorum. Yalan söyleyenlerden de hoşlanmıyorum. Çünkü iletişim kuramıyorum.
Gülse kesinlikle film yazmalıydı, konuşuyorduk. Çünkü bizde filmler çok erkeksi, kadın senarist ve kadın dünyasıyla ilgili bilgi alamıyoruz. Denge kurmak açısından kadın senaristlerin artması gerekiyor. Gülse çok donanımlı biri. Sinopsisini bana anlattığında, “Doğru yoldasın, bunu yapalım, beklemeyelim artık” dedim.
Süper birisi. Hayata pozitif bakıyor. Demet’in yanında uykum gelmiyor çünkü çok canlı. Sahne üzerinde de çok paylaşımcı, destekleyen çok uyumlu bir partner.
Herkes sahne üzerinde kendi esprilerini test ediyordu. O yüzden enerjiler çok yüksek ve patlaktı. Rolü oynamaktan çok, sahne alıyor gibiydik. Komikti, ben çok güldüm.
Yazılmasını çok istiyorum çünkü benim çok az sinema filmim var ve daha çok yapmak istiyorum. Ama çok az senaryo var ve olanların peşine düşüyorum. Özellikle komedide dil bozukluğu var. Bazı sahneler komik olabilir ama filmin bütününü taşıyabilecek komediyi barındırmadığını düşünüyorum. Hatta seyircide antipati bile yaratabilecek senaryolar okuyorum. Bu da bir komedi dilinin oluşmadığından kaynaklanıyor.
Türk sineması kendi hikâyelerini önemsemiyor ve beğenmiyor. Bu çok saçma bir durum. “Ortalık bu kadar hikâye ve karakterlerle kaynarken hikâye bulamayan senaristlerin durumu nedir?” diye araştırdığımda şunu söylediler, “Kendi hikâyelerinin yazılmasına izin verilmiyor, şu filme benzesin diye filmler sipariş ediliyor, o nedenle de özgün sinemamızla ilgili bir yere yaklaşamıyorlar.” Burası 80 milyonluk bir ülke ve taklidi kaldırabilecek bir sinema değil. Kendi özgün senaryo ve karakterlerinin peşine düşülmeli.
Elbette, film de çekmeyi çok istiyorum. Bir de önümüzdeki sezona tiyatro oyunu hazırlığındayım. İnsan vücudunda geçiyor. İnsan vücudu büyük bir devlete benziyor, iyi yönetildiğinde sistem güzel çalışıyor. Kötü yönetildiğinde virüsler giriyor, sistem bozuluyor.
Annemin söylediğine göre istenmeyen çocukmuşum. Ablamdan sonra, tekrar kız çocuk istemişler. Ben doğunca büyük moral bozukluğu olmuş. (Gülüyor) Ama çocukluğum deyince “mutluluk” hatırlıyorum. Abilerim ve ablam beni hep kollardı, sahiplenirdi. Çocukluğumu mutluluk dolu güzel bir filme benzetiyorum.
Tek çeşit yemek yapabiliyorum, tavuk haşlama. Hasta gibi olduğumda onu yapıyorum ve beni iyileştirdiğini zannediyorum. (Gülüyor) Ama kahvaltılarda da fena değilimdir. Tost ve yumurta yaparım.
Yok, kız arkadaşım yapıyordu, beni de götürdü. Bir kerelik tecrübem var. Kolay gibi gösteriliyor ama çok zor.
Bir işi iyi yapıp onun kendi psikolojime getirdiği yeniliği ve ferahlığı seviyorum. Sanki beynim havalanıyor.
Sanki bir doktor bana, “Çok az zamanın kaldı, kanser hastasısın, iyi değerlendir” dedi. Kanser hastası gibi kararlar vermeye başladım. Beni rahatsız eden insanlarla görüşmedim. Ege-Akdeniz turu yaptım. Kendime iki sene boşluk verdim. Şimdi aceleye getirmeden biriken senaryolarımın peşine düşeceğim. Temiz bir şekilde seyirciye sunmak istiyorum.
Doğru, Foça’da yaşıyorum. Büyükşehirlere bir türlü ısınamadım, huzursuz oluyorum. Her an enseme bir şaplak yiyecekmişim gibi hissediyorum.
Çünkü herkes rahatlamak istiyor. Komedi sahneyi oynamakla bitmiyor. Müthiş bir zihin yorgunluğu yapıyor. İstanbul’da dinlenemiyorum.
Çok az filmim var, diziler çok zaman alıyor, yaşım da ilerliyor. O yüzden dizilere vakit ayırmak istemiyorum.
İnsan ekonomisini ona göre hazırlar. Çok zengin bir ailenin çocuğu değilim. Harcamalarıma dikkat ediyorum ama bir sıkıntıya girdiğim de yok. Normal hayatımı yaşıyorum. Dizide iyi kazançlar var ama çok da bir önemi yok.
Paranın bir ihtiyacı karşıladığı zaman manası var, onun dışında çok gerekli değil. Kontöre benzetiyorum. Kontörünüz azalıyor ve yüklüyorsunuz.
Kuvvetlidir, kalabalık bir ailenin çocuğuyum, 20 kişinin bir arada yaşadığı bir ailemiz vardı. Kendim aile kurmayı pek arzu etmiyorum çünkü büyük bir ailem var. İnsanın kendine küçücük bir aile kurup büyük ailesini unutması bana saçma geliyor.
Yok, istemiyorum. Büyük ailemin küçük parçası olmayı tercih ediyorum.
Onu da istemiyorum. Çok yeğenim var, bir nevi babalık durumu. Onların iyi yetişip sağlıklı bir hayat kurmaları benim için yeterli.
Çok güzel bir havası, aurası var. Her şey daha parlak. Göz doktoruna gidip ilk kez gözlüğü taktığımda, “Bu ne ya, hayat bu kadar güzel bir şey mi?” demiştim. Aşk da öyle, net ve parlak bir dünyası var. Fakat yaş ilerleyip bilinç arttıkça, biraz da matematik bilince, “Bunun zaten sonu hüsran, ne gerek var bu işlere girmeye” deyip başından reddettiğimi de biliyorum.
Zannetmiyorum, şimdi sıkıntıya girmenin bir manası yok. (Kahkahalar)
Dönem dönem iyi ama çok fazla da yalnız olmayı sevmiyorum. Çünkü kendimi dinlemeye başlıyorum.
Röportaj: Ömür Sabuncuoğlu
Fotoğraf: Hakan Öcal