“İnsan annesini kaybedince ölümlü olduğunu anlıyor...” Bu cümleyle başlıyor Sibel K. Türker’in yeni romanı “Hayatı Sevme Hastalığı”... Hikâyelerin anneler gibi ölümlü ama doğurgan olduğuna inanan Türker’le yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, aşktan ayrılığa uzanan, tam üzülecekken tebessüm ettiren yeni romanını konuştuk.
Roman karakterlerinden Neşe, yazar aşkını, “Parası yok tu ama sevdiğim beş kitabın yazarıydı” diye anlatıyor. Gerçi aynı yazar, sonradan zengin oluyor ama buradaki ince gönderme yi görmeden geçmek istemiyorum... En azından yazarlar yalnızca yazarak yaşamını sürdürene dek bu konu gündemde olmalı diye düşünüyorum...
Keşke birisi de benim için bunu deseydi... Ah para ve sanat aynı anda ele geçmeyecek iki şey. Siz sanatınıza nedenli özen gösteriyorsanız alıcısı o kadar az oluyor. Bu aşılası bir paradoks değil kanımca. Şu yaşlıların saydıkları ahir zaman alametleri arasına çift başlı buzağılar gibi bu “çok satar” kitaplar da konulmalı bence. Yani kıyamet alametlerinden sayılmalı. “Üç yüz bin kitap satıldığı, okunduğu ve yine bir şeyler anlaşılamadığı zaman...” Kitabın değeri çok satmasında değil, iyi okurlar bulmasında anlaşılmalı. İçi boş, sabun köpüğü kitapların neden bu denli alıcısı çıkıyor acaba, insanlar basit olanı mı isterler gibi sorular soruyorum ben de zaman zaman. Fakat son noktada çok da ilgilenmiyorum. Satış ümidimizi alabilirler, ruhumuzu asla!
“Hikâyeler ölümlüdür ama üzerinde bir saat olsun düşünülmeyi hak eder...” diyor. Anlatılan hikâyeler mi daha etkileyici ve kalıcıdır yoksa yazıya dökülenler mi?
Hikâyeler esasen ölümlü fakat doğurgandırlar. Annelerimiz gibi, bu da onların sonsuzlukla olan ilişkilerini belirler. Hikâyeler ölümlüdürler fakat türerler. Onları hiç bir güç durduramaz, “Meryem’in Biricik Hayatı ” adlı romanımda da esasen bunu işlemiş tim. Hikâyelerin de dedeleri, nineleri, anne babaları, çocuk ve torunları, hatta üvey kız ve oğulları vardır. Cin taifesi dedikleri şey bu hikâyeler olsa gerek! Bence insanlar anlatılan hikâyeleri daha iyi saklarlar hafızalarında. Çünkü başka birine anlatacak, o da bir başkasına. Bu yüzden unutmamak daha önemli. Oysa yazıya geçmiş hikâyeler kitap adında ve ulaşması, elde tutulması kolay olan bir formun içinde saklı. Unutunca açar, tekrar okur ve kapatırsınız. Bu sebeple yazılı kültüre geçmemiş dillerin anlatı geleneği çok güçlüdür, bu o topluluğu bir arada tutan ve geleceğe de taşıyan bir ritüeldir bir bakıma.
Ve bir başka alıntıyla devam etmek isterim, “Bir yazarın satırlarının altını çizmek aslında ona âşık olmaktır”...
Bir bakıma öyle. Bir yazarın satırlarının altını çizmek ora da okurun kendini bulması dır. Daha önce tanımadığı, tanımlamadığı kendini. Bunu da ona bir başkası gösteriyor. Bir yazar... İyi bir metnin okuru ele geçirmesi, bir bakıma sevdaya düşürmesi hali vardır. Böylece bir okur olarak ben de birçok yazarla platonik bir aşk yaşamış oluyorum... Aşk da böyledir işte.
“Ölümün soğuk elini hissetmeliyiz”
Korkuyu çok yaratıcı buluyor anlatıcı, hatta bir adım daha öne giderek “korku sanatın ta kendisidir” diyor...
Üretebilmek için bir parça korkmamız lazım gerçekten de. Hayatın dipsiz kuyularının varlığını, ölümün soğuk elini, tanrının acımasızlığını hissetmemiz lazım ara sıra. İnsanın yazgısından ürkmesi gerek sanatsal yaratım için. Yaşamın bizim için yaratılmış güzelliklerden ibaret olduğu düşüncesi fazlasıyla romantik. Sanat bir parça tetikte beklemeyi de gerektiriyor. Bunu en iyi sür realizm de görüyoruz zaten.
Kitapta aşk acısı öyle sahici anlatılmış ki. “Aşk acısı, sanki tüm dünya aynı anda seni sevmiş, sonra da aynı anda vazgeçmiş bir şeydir”, “Aşk acısı işkencecinizi sevmektir”... Biraz da bunun üzeri ne konuşalım mı?
Hatırladığım kadarıyla aşk acısı böyle bir şeydi. Demek ki hafızam fena değilmiş! Aşk yeryüzünde türümüze dair en güçlü duygulardan biri. Diğeri korku, bir diğeri nefret, bir de şehvet... Fakat bu duygular için de en devrimci, en anarşist, en dönüştürücü gücü olan aşk olsa gerek. Engel tanımıyor, yaş, sınıf, ahlak, gelenek, din; bunların hepsini aşabiliyor. Hatta sanki yasaklardan güç alıyor. Aşk acısı da acıların en beteri tabii. Bu acı çemberinden geçtikten sonra da siz eski siz değilsinizdir artık. Bütün Doğu metinlerinde sevgili gelmeyen, uzaklaşan, ele geçmeyen, acı çektiren biridir. Aşk bir çöl duygusudur ve elbette edebiyatın olmazsa olmaz konularından biri.
Dil kaderimizdir diyor ve de örneğin İtalyanca’yı neşeli, komik bir dil olarak yorumluyorsunuz romanda. Türkçe’yi nasıl tanımlar, anlatırsınız...
Türkçe hangi duyguya yakışır en çok? Umarım İtalyanca’ya haksızlık yapmadım; elbette bu dilde de acılar, hüzünler hak ettiği derecede ifade ediliyordur, her dilde olduğu gibi. Ancak o denli hızlı, ritmik ve eğlenceli bir yapısı var ki insan İtalyanca üzülemeyeceğini düşünüyor dışarıdan bakınca. Dilin kaderimiz olduğuna inanırım ve içinde doğduğumuz dilin ruhumuzu biçimlendirdiğini. Küçükken “ah etmek” diye bir deyim duymuş ve buna takılıp kalmıştım. Bunun gibi çok sevdiğim kelimeler var Türkçe’de. Ağu, bal, gök, el, dal. Demek ki Türkçe’nin çok da komplike olmayan kısacık sözcüklerine, bir sese benzeyen sözcüklere vurgunum. Esasında saf Türkçe bir doğa dili, fazla alengirli değil, biraz yoksul ama işlevsel. Fakat Arapça ve Farsça’yla birlikte medenileşiyor, zenginleşiyor ve tabii hüzünlere, sevdalara düşüyor. Bu karışımı da seviyorum ben. Mesela, “tereddüt” harika bir kelime, “vehim”, “muallak” kelimeleri de durumu aşan bir sanatsallığa sahip, artistik kelimeler.
Röportaj: Ümran Avcı
YORUMLAR