HT Hayat Anasayfa Kenan Ece kimdir | Yaşam

Bugüne kadar birçok projede başarılı performansıyla adından söz ettiren Kenan Ece, Türk-Japon ortak yapımı Ertuğrul filmiyle yurtdışında da adından söz ettireceğe benziyor. 1890’da Japon sularında batan Osmanlı firkateyni Ertuğrul’un hikâyesini konu alan filmde iki karakteri oynuyor. Kariyerinin en önemli işi olduğu aşikâr. Üstelik umutsuz olduğu bir dönemde gelmiş teklif. Tam da kendisini sorgularken, meslekteki yerini, kariyerini düşünürken... Aralıkta Türkiye’de izlenebilecek filmin heyecanı sürerken “Güllerin Savaşı” dizisine katılan oyuncu, narsist, flörtöz, çalışkan işadamı Yalçın Tibet karakteriyle karşımızda. Ece ile hayatını ve yeni projelerini konuştuk.


Güllerin Savaşı’na yepyeni bir karakter olarak girdiniz...

Evet, Yalçın Tibet yalnız bir adam, yetim büyümüş ve zorluklardan geçerek yükselmiş. Neredeyse narsist bir kişilik. Vefalı bir adam aynı zamanda. Düzenli, çalışkan, işini ciddiyetle yapan, flörtöz biri. Eğlenceli bir karakter. Beni cezbe etti çünkü hem gölgeleri hem de aydınlık tarafları olan dengeli bir karakteri oynamak eğlenceli. Güzel kurulmuş bir hikâyesi var.


Bir partiye sonradan gitmek havalı bir şey olabilir. Peki ya bir sete sonradan dahil olmak nasıl hissettirir?

İster istemez heyecanlanıyorsun. Yeni bir ortam. Ama oturmuş bir setti. Oyuncular da beni çok güzel karşıladı. Adapte olmam kolay oldu, aktı.

‘40 yıl düşünsem japon filmi aklıma gelmezdi’


Oyunculuğa başlamanız da böyle oldu aslında, kısa sürede tanınıp sevildiniz. Büyük bir avantaj. Bulunduğunuz yerden mutlu musunuz?

Memnunum. 2009’dan beri bir sürü iş yaptım. Daha uzun bir yolum var, oyunculuk bir maraton. Kariyerimin gelişmesini ben de heyecanla izliyorum. Geçen sonbahar oynadığım “Kalp Hırsızı”nı çok seviyordum, “Çat” diye bitti. Bana o zaman sorsaydın, dert yanabilirdim. Çünkü yurtdışından geldim, diziler kaygan bir zemin, heyecanla bir şeye başlıyorsun “çat” diye bitiyor. İş, kadro iyi olsa da bazen yürümeyebiliyor. “Kariyerim nereye gidiyor?”, “Kimim ben?” diye sorulara takılmışken bir gece mailime Türk-Japon ortak yapımı Ertuğrul Firkateyni’nin hikâyesi düştü. Aslında uzun zamandır uluslararası bir projede olayım, sette tam anlamıyla mesleğimi icra edeyim istiyordum.


Evrene doğru bir mesaj vermişsiniz demek ki...

Bir şeylerin hayalini kurup tohumu kafama düştükten sonra filizlenmeye başlıyor. Yolumu ararken kendimi ocak ayında Kyota’da Japon bir ekiple stüdyoda buldum. İstanbul’a döndük, kılıç ve dövüş dersleri devam etti. Her şeyiyle dört dörtlük bir tecrübe oldu.


Nasıl bir hikâye, nasıl bir rol?

Bugüne kadar hep Batı kültürüyle yoğruldum ben. Avusturya Lisesi mezunuyum, Amerika’da okudum, İrlanda’da yaşadım. Doğu kültürüne yabancıydım. Filmde iki rol oynadım. Hem Yüzbaşı Mustafa hem de konsolosluk görevlisi Murat oldum. İngilizce oynadım. Filmde birbirine bağlanan iki hikâye var. Biri de şu: 1985 Irak-İran Savaşı sırasında Saddam Hüseyin, Tahran’ı bombalayacak ve yabancılara şehri boşaltmaları için 24 saat veriyor. Herkes uçak gönderip vatandaşlarını çıkarıyor fakat Japonlar gönderemiyor. Turgut Özal ile kontak kuruyorlar. Özal’ın talimatıyla THY tarafından Tahran’dan çıkarılan 215 Japon vatandaşın hikâyesi... İki hikâye de gerçek. 1 Aralık’ta Tokyo’da galamız olacak, 25 Aralık’ta da Türkiye’de vizyona girecek inşallah. İnsan olarak da oyuncu olarak da bana çok şey katan bir iş oldu. 40 yıl düşünsem Japonlarla film çekeceğim aklıma gelmezdi.






Tokyo’da gezme imkânı bulabildiniz mi?

Japon mutfağını seviyordum, gidince daha da sevdim. “Kaiseki” diye Japon mükemmeliyetçiliğini barındıran sanat eseri gibi yemekleri var. Anime’lere çok sardım. Tokyo, bilimkurgu filminden çıkmış gibi bir yer. Yüksek binalar. O kadar kalabalık olmasına rağmen her şey tıkır tıkır işliyor. Japon mükemmeliyetçiliği yemeklerinden şehir düzenine kadar hissediliyor, bizim filme de yansıdı tabii. Bunları tecrübe etmek çok güzeldi.


Sizin kuşakta yurtdışında eğitim almış, kendini geliştiren, dil bilen oyuncular var. Yeni neslin kendini bu anlamda biraz daha geliştirip sizleri de geçmesi gerekiyor.

Bir içgüdü beni bu işe yapmaya itti. Bilinçli olarak ve bana getireceklerinden seçmedim. 7 yaşındayken televizyondaki komedyenlerin taklidini yapardım, annemle sahneler kurardık. Şanslıyım ki küçük yaşımdan beri ne yapmak istediğimi biliyordum. Eskiden çocuklar futbolcu olsun istenirdi, sanırım şimdi de oyuncu olsun isteniyor. Bu işe şan, şöhret, para için giriyorsan o başka bir yol. Ve o yolu ben bilmiyorum. Kendinden farklı karakterleri canlandırabilmek için bakış açısı kazanmalısın. Bu, seyahat ederek, farklı kültürler tanıyarak, bir ressamı inceleyerek, müzelere giderek, televizyon seyrederek bir nebze olur. Ama yabancı dil otomatikman sana başka bir kodlama veriyor.


Yabancı dilde oynarken rahat hisseder misiniz?

Benim için fark etmiyor çünkü tiyatroyu Amerika’da okudum. Her ikisinde de rahatım.


“Okulda taklit yapıyordum” dediniz ya biraz şaşırdım, çünkü çok ciddi görünüyorsunuz. Karşı tarafa ördüğünüz bir duvar mı bu?

Çok eğlenceli bir adam değilim ama ciddi de değilim. Zaman zaman moduma göre değişiyor. Komedi oynamayı çok seviyorum. İlk tanıştığım insanlarla samimi olamıyorum. Mustafa Üstündağ ile “İzmir Çetesi”ndeyken ilk başta kavga ettik. O anında samimi olan bir adam ben de öyle değilim. Önce birbirimize sinir olduk, sonra tanıyınca çok iyi anlaştık.

‘Çocuk gibi oynuyoruz, ciddi bir iş yapmıyoruz’


Tiyatro yok herhalde bu sene.

Japonya macerası hâlâ sürüyor. Tiyatro çok besleyici bir şey oyuncu için. “Bakarsın Bulutlar Gider”de hububat tüccarı, muhafazakâr, eli tespihli bir adamı oynadım. Benimle hiç alakası olmayan bir adam. Başka bir gerçekliği deneyimlemek zevkli. Bizim işin eğlenceli tarafı o. Çocuk gibi oynuyoruz aslında, ciddi bir iş yapmıyoruz.


Başka sanat dalları ile ilgili misiniz?

Üretken olarak oyunculuktan başka bir sanat dalı ile ilgilenmiyorum. Bir senaryom var, onun üzerinde çalışıyorum. Bir gitarım var. Kitap okuyorum, film izliyorum, müzelere gidiyorum. Sanat her daim hayatımda, çünkü beslendiğim alan o.


Sürekli hareket halindesiniz değil mi? Oturup senaryo beklemek yerine tiyatro kurmuştunuz...

Evet, aslında bir yanım durmayı da seviyor. Tiyatro kurmak güzel bir deneyim oldu. Durup proje de bekleyebilirdim. Galiba cesur olmak, başarısız olmaktan korkmamak gerekiyor. Hayat sadece başarı üzerine kurulu değil. Başarısızlıklar da çok şey öğretiyor.


İlk başarısızlığınızı hatırlıyor musunuz?

İlk öpücüğüm herhalde.


İlk cesur kararınız?

Salıncakta ayakta sallanamıyordum. Arkadaşlarım sallanıyordu ve ben yapamıyordum. Bir gün öğle saatlerinde parka gidip defalarca düşüp buna uğraştığımı hatırlıyorum.


İnsanların ne dediğini fazla umursamadan hayatınızı yaşıyor gibisiniz.

Ne güzel anlattın. Anlattığın, olmak istediğim insan. Bence hayatı öyle yaşamalı. Onun bunun ne dediğine bakarsan ıskalarsın hayatı. İnsan kendi içindekine bakmalı. Hayat bakış açısından ibaret ve herkes her şeyi söyleyebilir. Bunlar seni etkilememeli. Bu hiç kolay değil. Türkiye’ye geldiğimde 29 yaşındaydım, şimdi 35’im. İlk geldiğimde insanların benimle ilgili ne düşündüğüne kafa yoruyordum. Artık sadece benim ne hissettiğim önemli. Çünkü bu benim yolculuğum. Kalbin ve aklın bir şeyin doğru olduğunu söylüyorsa o yoldan gideceksin. Ne kadar kendim olabilirsem o kadar mutlu olurum, diye düşünüyorum.






Röportaj: Ekin Türkantos

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.