Gizem Onay derya deniz bir kadın. Biriktirdiği bilgi ve becerileri sıralamak epey uzun sürer. Ben onu kadın sağlığı ve cinselliği üzerine bilgilendirmelerinden tanıyorum. Zevkle takip ediyorum. Gizem aslında Ankara'da yaşıyor ama zaman zaman eğitimler için İstanbul'a geliyor. Bu gelişlerden birinde randevulaştık ve rahim masajından doğum kontrol yöntemlerine, kadınların kendilerine özel olan organlarla ilişkilerine kadar birçok konuda konuştuk. İşte bu o konuşmadan derlenen bir yazı. Konuşmanın videoları da var...
- Bize biraz kendini anlatır mısın Gizem?
Ben 8 yıllık yoga hocasıyım. Hamile yogası hocasıyım. Türkiye’nin ilk 5 doğuma hazırlık eğitmeninden bir tanesiyim ve zamanında da kurduğumuz bir Doğumda Kadın Hakları Derneği (DOĞANA) var. Onun bir süre başkanlığını yaptım. Kızım doğduktan sonra benim doğala yaklaşma eğilimim ortaya çıktı. Küçüklüğünde avuç avuç ilaçlarla büyüyen bir jenerasyondan geliyorum, birçoğumuzun olduğu gibi. Aromaterapiyle haşır neşir oldum. 3 yıllık bir gebelik deneme sürecim oldu sebebi bilinmeyen infertilite dendi. O dönem bir süreliğine Tayland’a gittim ve orada bir manuel terapi yöntemiyle karşılaştım. Organlardaki blokajları kaldırma yönünde bir çalışmaydı. Ben o döneme kadar her ay ağrılı regller yaşıyordum.
- Başlangıçtan beri mi ağrılıydı regllerin?
Öyleydi, evet. Ve tabii ki birçok kadın gibi bunu çok normalleştirmiştim. O seansları almaya başladıktan 2 seans sonra regl ağrılarım bir daha hiç dönmemek üzere gittiler. Bana masaj yapan terapist dedi ki: "Sen tabii ki hamile kalamazsın çünkü senin rahmin kaymış."
- Rahim kayan bir şey mi?
Öyleymiş. 2-3 aya hamile kalırsın dedi ve ben 2 ay sonra hamile kaldım. Türkiye’ye döndüğümde bu uygulamayı çok yapmak istedim fakat orada aldığım eğitim çok geleneksel bir eğitimdi, yani zihinsel olarak yeterince doyurmuyordu. Her ne kadar şifasına çok inansam da zihnimi o anlamda besleyemediği için uygulamamaya karar verdim. Bir de besleyebilecek başka bir yöntem araştırmaya başlarken Arvigo'yu öğrendim.
- Arvigo terapisi ne?
Arvigoterapisi Orta Amerika Belize merkezli Mayalıların, Mayalı şamanların yüzyıllarca uyguladıkları bir yöntem. Aslında teknikler çok benziyor. Türkiye’de de varmış, eski hekim kadınlar yapıyorlar diye söyleyenler oluyor. Arvigo bizim hocamızın soyadı: Rosita Arvigo. Kendisi son Mayalı şamanla yakın çalışma fırsatı bulan bir doku bilim uzmanı. Arvigo, şamanik bilgileri bilimsel bilgiyle yoğuruyor.
- Bu özünde dışarıdan yapılan, karın üzerinden uygulanan, bir çeşit masaj değil mi?
Evet, bir manuel terapi tekniği bu.
- Ne işe yarıyor?
5 akış sistemi var bedende ve bu yöntem bunu optimize ediyor. Bütün sağlık buradan geçiyor. Bu 5 akış dediğimiz: atardamar, toplardamar, sinir, lenf ve enerji akışı aslında. Yani bunlarda herhangi, bir tıkanıklık ya da sorun olduğunda sistemde sorunlar oluyor. Ben Türkiye’de hep kadınlarla çalışıyorum ve daha çok kadın sağlığı konularında uygulama yapıyorum ama bu tedavi aynı zamanda çocuklara ve erkeklere de uygulanıyor aynı şekilde. O yüzden hani sadece spesifik olarak bunu bir rahim masajı olarak görmemek gerekiyor.
- Bu karın içi masajı o zaman bir çeşit.
Aynen yani yaptığımız şey bu pübik kemikten itibaren yani kişi burada giyinik oluyor çamaşırıyla. Pübik kemikten diyaframa kadar bölgeye uygulanıyor. Temelde yani dolaşım, boşaltım, sindirim, üreme her türlü konu ve sistem üzerinde çalışıyor. Burada herhangi bir hastalığı tedavi etmeye yönelik çalışma yapmıyoruz, bedenin doğal işleme sistemine küçük yumuşak bir dokunuş aslında yaptığımız.
- Herhangi bir masaj uygulamasının yaptığı gibi aslında bir yandan genel sağlığına etki eden ama bunu rahatlatma, gevşetme vesaire gibi yollarla yapan.
Aynen,aynen. Bunun yanı sıra, Arvigo terapistler manuel terapistlerdir. Ben buna ek bir uzmanlık alanı daha ekledim çalışmalarımda. Doktor, herbalist ve ebe olan Aviva Jill Romm'dan da 400 saatlik bir eğitim aldım. Kadın sorunlarında bitkisel çözümler üzerine.
Peki, bize anlatır mısın kadınların kendilerinde özel olan organlarla ilişkileri genellikle nasıl?
İlişkileri yok, Damla.
Öyle mi, yok sayarak mı ilerliyoruz? Yani bir organ hiyerarşisi mi var? Mesela kolumuz kıymetli de mememiz değil mi?
Bence biraz görmezden gelinen ve görülmemek üzere yetiştirilen organlar bunlar. Yani ben kadınların bu organlarla ilişkisi yok derken kendimi de ayrıştırmak istemiyorum aslında. Çünkü ben de böyle büyüdüm. 7-8 yıldır haşır neşir olmaya başladım. 38 yaşındayım. 30 yaşından sonra bedeniyle iletişim ve yakınlaşma yaşamaya başladım. Küçüklüğümüzde bilgi verilmiyor ve verilmediği gibi sürekli bacakları kapamamız tembihleniyor yani. Kız çocuğunu devamlı “Onu kapat, bunu kapat.” İsmini bile söyleyemeyerek büyütüyoruz. Kola kol derken, vulvaya vulva diyememek birtakım isimler takmak. Bunlar bu konuların konuşulmaması gerektiğine yönelik çocuğun kafasında bir koşullanma yaratıyor.
Sansürle büyüyoruz yani ve bir organa yönelik, hem de sana ait bir organa yönelik…
Aynen öyle ve çok da değerli bir organ. Onunla bağlantıya geçtiğimizde gerçekten çiçekler açıyor insanın sisteminde.
Peki, bunu değiştirebiliyor muyuz?
Gelen mesajlarda, seanslarda ya da eğitimlerde değişimi ve dönüşümü görüyorum ve çok mutlu oluyorum. Bazen sadece konuşmak bile yeterli. Hani derler “Dikkatin, ilginin olmadığı yerde ruh olmaz” diye. Bu da böyle bir şey aslında. Varlığını kabul ederek başlıyor.
Aslında çok doğal olan süreçleri medikalize etmiş olduğumuzun farkındayız artık. Mesela doğum bunlardan bir tanesi, kadının kendi gücüyle bağlantıya geçmesinin ve candan can yaratmasının yoluyken bedeni üzerindeki iktidarını devrettiği bir alan haline geldi. Ya da mesela menopoz. Bu da sanki yani hayatındaki bir değişim dönüşüm süreci değil de ‘ilaç alarak durdurmam gereken’ bir hastalık gibi algılanıyor değil mi? Biraz bunlardan bahseder misin? Ne yapalım da kadınlığa ait süreçleri yeniden doğal haller olarak görelim?
Bence bir araya gelelim. Kadınların bu anlamda birbirine verdiği destek, el, bilgi aktarımını çok önemli buluyorum. O hep bahsettiğimiz kırmızı çadırlar yani. Kız çocuğunun ergenliğe geçişinde menstrüasyonunu onurlandıralım mesela. Üzerini kapatıp fısırdaşarak geçiştirmeyelim. Ya da menstrüasyonu, menopozu sıkıntı olarak düşünmeyelim.
Bunun doğalı bu mu? Menopoz sıkıntılı mı olmalı?
Hayır değil ne menstrüasyon bu kadar sıkıntılı olmalı ne de doğum bu kadar zor, ulaşılmaz ve korkulacak bir şey olmalı. Ne de menopoz bu kadar sıkıntılarla geçen bir dönem olmamalı. Bir insanın hayatı böyle olabilir mi, düşünebiliyor musun yani?
Sürekli zulüm...
Sürekli zulüm ve sıkıntılı ve bu nasıl normal olabilir yani? Bizim normal halimiz iyilik hali. Bir kadını bu şekilde programlamış olabilir miyiz yaratılma sürecinde? Hiç zannetmiyorum ama menopozdaki konu da şu: menstrüasyon dönemini rahat ve sağlıklı geçirmeyen kadın menopozda sıkıntı çekiyor aslında.
Neden?
Bunun birkaç farklı sebebi var aslında. Bunlardan biri elbette ruhani, kültürel konular diğer tarafı ise daha fiziksel maruz kaldığımız sentetik hormonlar, beslenme vs. Çok yönlü bir konu aslında. Türkiye’yi örnek veriyor olacağım ama aslında dünyada da böyle yani. Kadının kadınlığının bastırılması, kadınlık süreçleriyle ilgili konuşmaların çok gizli saklı olması, bunların teşvik edilmemesi…
Ayıp, kirli, gizli gibi böyle bir algı var değil mi?
Tabii ki bu süreçler bence kadın bedeninde birtakım sıkıntılara yol açıyor. Ben bu konulara fiziksel ve anatomik açılardan yaklaşarak çalışıyorum. Ama kültürel ve ruhani boyutu yadsıyamam ve bunlarla ilgili mutlaka çalışılması gerektiğine inanıyorum. Fiziksel kısmına gelecek olursak neredeyse hemen hemen her konuyla ilgili ayrı ayrı şeyler söyleyebiliriz. Genelde söylenen kistik yapı, miyom gibi konularla ilgili olarak. Oluşuyor bunlar kadın bedeninde, ameliyatla alınıyor sonra tekrar oluşuyor. Deniyor ki: "Senin kistik bir yapın var." Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bir insanın yapısı nasıl kistik bir yapı olabilir? Bir insanın sistemi nasıl sürekli olmaması gereken bir şeyi üretebilir? Bunun sebebi ne? Buna bakmak lazım. Ameliyatları, medikal yaklaşımları reddeden bir yaklaşımla anlatmıyorum bunları lakin kaynağına bakmak lazım ve bunları nasıl önleyebiliriz? Bence medikal dünyadaki en büyük sorun bu: Bir şeyi önlemek yerine olan bir şeyi kesip almak üzerine olması.
Tıbbi yaklaşım önlemek değil semptom yok etmek üzerine.
Zeno östrojenler dediğimiz hormon bozucu, bizim doğal hormonlarımızı mimikleyen, doğal östrojen hormonumuzdan önce gidip rahimde ya da memedeki hormon reseptörlerine yerleşen, sisteme yanlış mesaj veren ve orda kaldıkça o yapıları oluşturan ve daha ileri durumlarda da kanser vb. oluşumlara da sebebiyet veren şeyler var.
Nerden geliyor bunlar?
Her yerde, her şeyde varlar aslında. Bugün en yoğun iki kaynağı antibiyotikler ve doğum kontrol hapları. Sentetik hormonlar çünkü bunlar tamamen. Bunun haricinde beslenme. Mesela sürekli söylediğim şey şu: Ben vejetaryenim ama bunu başkalarına empoze etmem. Lakin şunu mutlaka söylüyorum: Lütfen tavuk yemeyin. Tavukların kanatlarından vuruluyor östrojen. O tavuklar nasıl büyüyor? Biz o östrojeni alıyoruz. O kadar fazla erken ergenliğe giren kız çocuğu var ki. Bunların en önemli sebebi beslenme. Diyorum ki süt ve süt ürünü tüketiyorsanız en azından onları organik alın. Çünkü yine hayvanlar antibiyotiklerle, hormonlarla besleniyorlar.
Endüstriyel gıda, gıdanın içindeki besin değerini yok ederken içine aslında ihtiyacımız olmayan onlarca madde soktu bu da artık herkes tarafından bilinen bir hakikat.
Tavuk konusu sadece kadınlar için değil erkekler için de prostat kanseri eşittir tavuk artı bira bir erkekte. Biraz bu tarz yaşam tarzı değişiklikleri yapmak gerekiyor.
Bunun haricinde neler var?
Tabii ki BPA’lar, fitalatlar, plastikler… Çok daha geniş kapsamlı bakmak istersen şu örneği de verebilirim: kasa fişleri, fotokopi çektirdiğimiz kâğıtlar… Bunların hepsinden biz zeno östrojen alıyoruz.
Peki, bunu dengelemenin yolu ne? Şimdi biz fotokopi kâğıdından da uzak tutamayız kendimizi hadi tavuk yemedik diyelim. Ne yapalım?
Birtakım hormonları üretiyoruz biz ya da dışardan alıyoruz. Bunlar sistemde varlar. Bunların sistemden temizlenmeleri gerekiyor. Östrojen detoksu denen bir süreç var bedende. İki aşamalı bir süreç.
Nasıl oluyor?
Karaciğerdeki bir molekül östrojen hormonunu yakalıyor. Onu sistemden atacak. Bunu yapabilmesi için önce karaciğere iyi bakmak, iyi beslemek, onu yormamak gerekiyor. Aşırı yağlarla, alkolle onun bu kapasitesini zorlamamak, desteklemek lazım. Karaciğerdeki molekül yakaladı östrojen molekülünü. Getirecek aşağıya, bağırsaklara. Bağırsaklarda sağlıksız bakteri sağlıklı bakteriye oranla daha fazlaysa o yakalanmış molekülü açıp tekrar siteme karıştırıyor. E ne oldu? Atılamadı yani sistemde kaldı. O zaman ne yapmamız gerekiyor? Bağırsak sistemini güçlü tutmamız gerekiyor. Zaten biliyorsunuz “zihinsel” rahatsızlıklardan tut da bağışıklığa kadar her şey bağırsaklarda.
Yani karaciğeri sağlıklı tutmak için önce bağırsağı sağlıklı tutmak gerekiyor ki o senin memen de birikip de kist olmasın diyorsun, bu şekilde.
Aynen. Böyle bir süreç var. Senin dediğin gibi “Fotokopi kâğıtlarından uzak duramıyoruz.” Sistemin kendi kendini temizleme kapasitesine yardımcı olmak gerekiyor.
Peki, doğum kontrol yöntemlerinden hangisini tercih ediyorsun ya da sorana ne öneriyorsun?
Bu çok sık gelen bir soru. Doğum kontrol hapları sentetik hormonları veriyor bedene ve bizim doğal hormonlarımızın işleyişini tamamen kapatıyor. Doğum kontrol hapı kullanırken yumurtlamıyoruz, östrojen yok, progesteron yok. Onun yerine dışarıdan sentetik hormon alıyoruz.
Burada bir parantez sorusu açmak zorundayım. Hormon demek aynı zamanda duygusal durumumuz demek. Bu bunu bloke ediyorsak o zaman duygusal durumu da mı bir çeşit felce uğratıyor doğum kontrol hapları?
Tabii ki. Yani doğum kontrol haplarının en önemli yan etkilerinden biri de bu. Duygu durum problemleri, depresyon, libidoda düşüklük…
Ha öyle kontrol ediyor doğumu yani? İnsanı saksıya dönüştürmek suretiyle.
Evet, ve bu yan etkilerin hepsi biliniyor. Sen git bir erkeğe de ki “Sana bir ilaç vereceğim ve bu senin tüm hormonlarını kapatacak. Libidonu düşürebilir ve biraz depresyon da yaratabilir.” Kaç tane erkek kullanır bunu? Kadınlar bence bilmiyorlar. Yani bir kısmı aşağı yukarı fikir sahibi. Birebir deneyenler bırakıyor zaten çünkü iyi gelmiyor. Ama öte taraftan diğer medikal sıkıntılar var. Yani doğurganlıkla ilgili olabilen ya da işte pıhtı sorunu, kalp krizleri…
Regl düzensizlikleri. Birçok şeye reçete ediliyor bu doğum kontrol hapları. Mesela ağrılı reglli insanlara bile verildiğini biliyorum.
Tabii yani çünkü tamamen kesiyor. Regl olmuyor aslında. O 28 günde bir regl olmayı ilaç şirketleri “Kadınlar hiç regl olmazsa garip gelir” diye düşündükleri için 28 günde bir regl olacak şekilde o kimyasalları ayarlıyorlar. İlaç şirketleri bunu otuz sekiz gün de yapabilirdi elli dört gün de yapabilirdi. O tamamen yapay bir şey.
Peki, ne öneriyorsun, iyisi ne bunun?
Eğer ki düzenli bir döngüsü varsa kadının kesinlikle doğurganlık farkındalık metodunu öneriyorum. Doğum kontrol haplarıyla gebelikten korunma başarısızlığı 0.3’ken, doğurganlık farkındalık yöntemiyle 0.6.
Çok yakınlar...
Ama tabii burada döngülerin nispeten düzenli olması gerekiyor ve takibi de düzenli yapmak önemli. Bence bu ne kadına ne de partnerine hiçbir sıkıntı yaratmayan ve kendi doğal ritmiyle kadını tanıştıran çok güzel bir yöntem. Bu doğum kontrol haplarındaki cinsiyet eşitsizliğine şöyle bir yerden bakıyorum: Bir erkek bütün ay boyunca günün her saniyesi doğurganken kadının doğurganlık sürecinin ayda ancak 24 saatlik bir süreç…
Birkaç gün değil mi?
Yumurta salındıktan sonra 12-24 saat içinde ölüyor zaten. Böyle baktığında ayda bir gün gibi gözüken bir yumurta ömründen dolayı bir sürü yan etkisini barındıran doğum kontrol haplarını kadın kullanması mantıklı mı? Doğurganlık farkındalık metodu elbette ki tek eşli ilişkilerde önerilebilir. Çünkü cinsel yolla bulaşan hastalıkları önleyen bir şey değil nihayetinde. Ondan sonra prezervatifler geliyor yani.
“Menstrüasyon öncesi sıkıntı dönemi” diye adlandıracağım PMS dediğimiz şey var. Biraz bahseder misin?
PMS “Pre-Menstrual Sendrom” diye açılımı olan bu süreci herhalde yaşamayan kadın yok bence nihayetinde bu süreç hormonların geri çekilmesiyle alevlenen bir süreç. Hormonlar da duygularla ilgili. O yüzden bir sıkıntı demeyeyim de haller olabilir ama bizim birçoğumuzun yaşadığı şey bu değil. Yoğun ağrılar, şişmeler, işte öfke halleri oluyor bazı kişilerde... Bu normal, olabilir mi? İnsan her ayın bir haftasını böyle geçirmesi nasıl normal kabul edilebilir?
Ömrünün 30 senesi falan...
Buna da iki farklı açıdan bakabiliriz. Biri fiziksel biri de ruhani. Kadının regl öncesi birkaç gün yalnız kalmaya, içine dönmeye ve kendine çekilmeye ihtiyacı var. Kadının doğası bu. Yanlış bir şey yok. Ama yaşadığımız modern toplumda o birkaç günü yani o 3-4 günü yalnız başına geçirebilen, yaşamını bu şekilde ayarlayabilen kadın sayısı çok az.
Döngülere saygılı bir ritim içerisinde yaşamıyoruz. Endüstrinin ihtiyaçlarına göre yaşıyoruz daha çok.
O yüzden şimdi kadın kendine dönme ihtiyacını karşılayamadığında, bu kadın erkek için aynı şey geçerli biliyorsun. İhtiyaçlarımız karşılanmadığında nasıl hissediyoruz?
Semptom göstermeye başlıyoruz.
Semptom göstermeye başlıyoruz. Çünkü ihtiyacın karşılanmıyor ve bu bir kere değil. Her ay böyle bir ihtiyacın var ve bu karşılanmıyor. Bunun yanı sıra yine fiziksel tarafından baktığımız zaman beslenme geliyor. Yoğun PMS yaşayan kadınlarla, PMS’i o kadar yoğun yaşamayan kadınlar arasında bakıyoruz kafein, alkol, şeker, işlenmiş karbonhidrat tüketiminde farklar var. Bunlar çok ciddi şekilde etkiliyor bu süreci.
Yani aslında bunu da ortadan kaldırmak değil ama belli önlemlerle hafifletmek, ne olduğunun farkına vararak belki kucaklamak…
Tabii yani bunu yapmak için de döngüye bakmak gerekiyor Bugün benim görüştüğüm birçok kadında döngü takibi yok. Bu olsa “Ne yaklaşıyor, ne zaman yaklaşıyor? Ayın hangi dönemlerinde o libido daha da artıyor? Neler oluyor öncesinde sonrasında? Enerjim nasıl yükseliyor?” görecek. Bir döngüye baktığında döngünün özellikle ilk yarısında kadının enerjisinin gümbür gümbür olduğu yani dışarda, sosyal hayatta bir sürü şeyler başardığı, projelerin içinde yer alabildiği dönemken ikinci yarı biraz daha yumuşak, sessiz ve sakin zamanlara ihtiyaç duyduğu bir dönem. Sen kendi döngüne bu açıdan bakabilirsen belki hayatını da biraz düzenleyebilirsin.
Tempo ayarlaması gibi...
Tempoyu ayarlamak mümkün olduğunca tamam şunu da anlıyorum birçok kadın sekizden sekize kadar 12 saatlik bir çalışma sistemlerinde çalıyor. Kocası var, çocuğu var. Zaten büyük şehirde ve bu alanı yaratamıyor olabilir ama en azından şunu yapsın mümkünse: O günlere toplantılar koymamaya gayret etmek ya da o öğle yemeğinde tek başına olmak gibi küçücük değişiklikler iyi gelecektir.
Damla Çeliktaban - Gizem Onay
Röportaj: Damla Çeliktaban
YORUMLAR