Osmanlı saray mutfağında ön plana çıkan zerde tatlısının ana malzemesi, safran ve zerdeçal baharatlarıdır. Bu geneksel lezzet, Osmanlı döneminde sünnet düğünlerinde ve özel günlerde misafirlere ikram edilirdi. Anadolu'nun pek çok bölgesinde yapılan bu lezzetli tatlının malzemeleri çok pahalıdır. Dışarda hazır olarak tükettiğiniz zerde tatlısının içerisine genellikle safran yerine zerdaçal konur.
İşte gerçek bir saraylı lezzeti için; kolay zerde tarifi
Hazırlama süresi: 20 dakika
Pişirme süresi: 50 dakika
Zerde tarifi için malzemeler (7 kişilik):
- 2 su bardağı Osmancık veya Baldo pirinç
- 7 su bardağı su
- 2 su bardağı toz şeker
- 2 tutam safran
- 1 çay kaşığı zerdeçal
- 3 yemek kaşığı kuş üzümü
- 2 yemek kaşığı dolmalık fıstık
- 1 yemek kaşığı gül suyu
- 3 yemek kaşığı nişasta
Hazırlanışı:
Safranı ağzı kapaklı bir kavonozda gül suyu ile demlemek için 1 gece önceden bekletin. Pirinçleri bol suda iyice yıkayın. Nişastadan arındıralan pirinci, su ve şeker ile lapalaşmadan pişirin. 1 çay fincanı su ile nişastayı çözün, karışımı pişen pirinçlerin üzerine ekleyerek karıştırın. Zerde tatlısına zerdeçal ve demlenmiş gül sulu safranı da ekleyerek karıştırmaya devam edin. Karışımı 7 dakika boyunca pişirin. Zerde tatlısını soğumaya bırakın. Üzerini kuş üzümü ve dolmalık fıstık ile süsleyerek servis edin.
Zerde tatlısı hazır, afiyet olsun!
Osmanlı saray yemekleri
Osmanlı Saray Mutfağı’nda hangi yemekler pişiriliyordu?
Yemek kültürümüze girmiş balık ve diğer deniz ürünleri ile yapılan yemekler, Ramazan aylarında daha az tüketilmiştir. Çok eski bir rivayete göre balık "beni yiyen doymasın, beni tutan olmasın" demiştir. Bu anlayışla olsa gerek balığın tok tutmayacağı düşüncesiyle Ramazanlarda balık az tüketilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet dönemindeki masraf defterlerine bakıldığında balık, karides ve istiridyeye rastlamaktayız. Bu, deniz ürünlerine Fatih Sultan Mehmet döneminde önem verildiğini göstermektedir. Karides sadece börek olarak değil, aynı zamanda yahni, güveç, çorba, kavurma, ızgara ve salata olarak da rağbet görmüştür.
Süt kullanılarak yapılan et ve balık yemeklerinin ayrı bir inceliği olmuştur. Lop eti olan balıklar, koyun ve kuzudan yapılan yemeklerde, sütün etin içine nüfuz etmesi için olsa gerek, balık veya et önce biraz sütte hafifçe haşlanır, daha sonra şişe veya ızgaraya konup köz ateş üzerinde pişerken üzerine süte batırılan kuş tüyü ile tekrar süt sürülürmüş.
İstanbul ve çevresinde oturan göçmenlerin, getirdikleri tohumları bahçelerinde ekerek yetiştirmeleri börülcenin İstanbul mutfağında yayılmasında etkili olmuştur. 19. yüzyıl yemeklerinde kendini gösteren börülceden taratorlu salata, piyaz, zeytinyağlı yemek, çorba ve turşu yapıldığını söyleyebiliriz.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra mübadele ile Girit'ten gelenler, yeni yemek kültürlerini de beraberinde getirmiştir. Mesela kabak, çiçeği ile birlikte toplanmış, hem kabak hem de çiçeği dolma olarak pişirilmiştir. Peynirli ve çökelekli kabak dolması bu şekilde İstanbul mutfağına girmiştir.
Osmanlı döneminde pirincin büyük bir kısmı Mısır'dan karşılanmış, kalan kısmı İran ve Filipin'den alınmıştır. Evliyâ Çelebi, Bitlis Beyinin halka verdiği bir ziyafette keklik pilavı, nar pilavı, çilav, püryan, derman, dut, amber, öd, badem, kişniş, fıstık, köfte, kerkü pilavı olmak üzere 13 çeşit pilav saymıştır.
1574 yılında tutulan muhasebe kayıtları incelendiğinde, Sarayın kilerinde bulunan 975 ton pirinçten o yıl Has mutfakta 42 ton, yabancı elçi ziyafetlerinde 229 ton, Divan yemek - şenliklerinde 208 ton, Enderun görevlileri için 188 ton olmak üzere yaklaşık 716 ton pirinç pişirildiği, geri kalan bakiye pirincin bir sonraki yıla devredildiği görülmektedir.
Pilavı çok seven Sultanların, pilava adları da verilmiştir (Sultan Reşat Pilavı, Ali Paşa Pilavı).
Mübadelede zamanında gelen Giritli Türkler, otsuz yaşayamayacakları için Beykoz, Büyükdere ve çevresine (otu ve yeşilliği bol olan yerlere) yerleşmişlerdir. Giritliler yerleştikleri yerlerde sıkça kendi yemeklerini pişirerek hem gelen komşulara ikram etmişler hem yemeklerin pişirilmesini hem de topladıkları çeşitli otları ve zeytinyağını hangi yemeklerde kullandıklarını çevredekilere öğretmişlerdir. Böylece fava gibi Girit yöresine özgü yemekler mutfaklarımızda yerini almıştır. Rivayete göre II. Abdülhamid, Girit adasına oradaki halka sağlık hizmeti verilmesi için doktor göndermiş, ada olmasının ve o dönemde ulaşımın zor olması nedeni ile aylar sonra doktor Sultana telgraf çekmiş ve "Sultanım beni buradan alın, herkes çeşit çeşit yabani ot toplayıp yediğinden vücutları şifa bulmakta ve hiç hastalanmamaktadır." demiştir.
D'ohsson, Saray mutfağında yapılan enfes böreklerden çok etkilenmiş olsa gerek, 1788 yılında yayınlanmış olan kitabında "hamur işi olan bu böreklerin, halkın çok sevdiği yemek olduğundan; hafifliği, güzelliği (lezzeti) ve kat kat yapraklı oluşu ile Avrupa pastalarına benzediğinden; içlerine çeşit çeşit sebze, et, meyve ve reçel konularak çok büyük yapıldığından; yapan aşçıların çoğunun Arap olduğundan" bahsetmiştir.
Osmanlı döneminde kazanlarla, içinde bol badem, antepfıstığı vb. malzeme konarak yapılan bu tatlının, fakirlere dağıtıldığı için Keşkül-ü fukara (yoksul çanağı) olarak isim aldığı bir başka rivayettir. Yeri gelmişken, tatlıların üzerine kuruyemiş koyma âdetinin çok eski bir Anadolu geleneği olduğunu söylemek gerekir.
Kaygan hamurla yapılmasından dolayı bu adı aldığı bilinen kayganalar, hem tatlı malzemeler (bal, pekmez, kaymak, ceviz, şurup, komposto, şeker) konarak tatlı, hem de tuzlu malzemeler (peynir, kıyma, ot kavurması, sebze kavurması, tarhana, patates, tavuk, balık) konarak tuzlu yemek yerine yenmiştir. Yabancılar da krep olarak kendi mutfaklarına bu lezzeti almışlardır.
Rivayete göre birbirlerini çok seven iki sevgili, izdivaçlarına aileleri şiddetle karşı çıktığı için kaçmak üzere bir gece ormanın derinliklerinde buluşmaya karar vermişler. Ancak vahşi hayvanlar kıza saldırmış, kız kaçarak kurtulmuş, ama başörtüsü yere düşmüş. Delikanlı kan ter içinde yetişmeye çalışırken yerdeki örtüyü görmüş ve hayvanların sevdiği kızın öldürdüğünü sanıp hançerini kendine saplamış, oracıkta ölmüş. Kızcağız saklandığı yerden merakla, geç kalan sevgilisine baktığında öldüğünü görmüş, hançeri kendi kalbine saplamış ve sevdiğinin üzerine düşmüş. Yaradan onların bu güzel aşkını sonsuz kılmak için buluştukları ağacı ölümsüzleştirmiş, gencin kanını ağacın meyvesine, kızın gözyaşlarını da bu ağacın yapraklarına vermiş. O zaman bu zaman gencin kanını kızın gözyaşları temizler düşüncesiyle olsa gerek, karadut yedikten sonra dut lekesinin elden çıkması için dutun yapraklarıyla eller ovuşturulur.
Bir rivayete göre, eskiden eşlere saygı göstergesi olarak er, erim diye hitap edilirmiş. Pek fazla yiyeceği olmayan bir gelin askerden yeni gelen eşine evde bulunan irmik, peynir ve şekerden oluşan bu tatlıyı yapıp ikram etmiş, "beğendin mi kocacım" anlamında "hoş mu erim" diye sormuş. O zamandan bugüne bu tatlının adı bir iki harf değişimiyle "höşmerim" olmuş. Bazı yörelerimizde "höşmelim" de denilmektedir.
Kurutulan çiçekler sigara gibi sarılıp balgam söktürmek için içilmiş, lapası yapılıp ağrıyan ve şişen bölgelere sarılmış ve göz kanlanmasına banyosu yapılmıştır. Özellikle Ege'de gülhatminin şerbet mayası ve reçeli yapılmakta, bazı yemeklere de şifalarından yararlanmak için konulmaktadır.
17. yüzyıl sonlarında, İstanbul'un şeker, akide şekeri, lokum ve badem ezmesini karşılayan bir zat, çeşit çeşit şekerler, lokumlar geliştirerek ülkemizin bu özel tatlarını dünyaya taşımıştır. Günümüz ustaları da bu lezzetleri aynı nefasette imal edip gerek yurt içi gerekse yurt dışında mutfağımızı tanıtmaktadır. Aynı şekilde, meşhur Bebek Badem Ezmesi 19. yüzyıldan beri geçmişteki nefasetinden ödün vermeden günümüzde de üretimine devam etmektedir.
Sarayda boza Kasım, Aralık, Ocak, Şubat, Mart, Nisan ve Mayıs aylarında sıkça tüketilmiş olup bunu o dönemlere ait masraf defterlerinde alınan pirinç miktarlarından anlayabilmekteyiz. Saraya pirinç olarak daha ziyade Edirne pirinci alınmış, bunları bulgur ve darı takip etmiştir.
Cam sürahilerde saklanan boza Osmanlı Ordusunun da vazgeçilmezi olmuştur. 16. ve 17. yüzyılda tutulmuş olan tayinât, yani tahsisât defterlerinde, yeniçeriler için alınan ve boza yapımında kullanılan malzemelerin türü ve miktarlarından bunu rahatlıkla anlamaktayız. Kış aylarında cümle meşrubatçıların da yardımıyla yapılan bozalar yeniçerilere dağıtılmış, içerdiği çeşitli vitaminler, yağ, kalsiyum, demir ve çinko yeniçerileri hem tok hem de sıcak tutmuştur. Boza eğer yapıldıktan sonra soğuk ortamda bekletilmezse fermantasyonu devam eder ve içerisindeki bazı besin öğeleri alkol açığa çıkarır.
17. yüzyılda Sultan IV. Murat ve IV. Mehmet dönemlerinde boza şiddetle yasaklanmıştır. O dönemlerde üretilen bozalara keyif verici ve alkolün daha çok açığa çıkmasını sağlayıcı maddeler eklenmesi bozanın yasaklanmasında etkili olmuştur. Daha sonraları bozanın yararları ve sevilen bir ata içeceği olması nedeniyle boza yeniden itibar kazanmıştır. İstanbul sokaklarında dolaşan bozacılar ve açılan boza dükkânları iş kolu olarak da İstanbul'a katkı sağlamıştır. Bugün, Vefa Bozacısı, özünden ödün vermeden geçmişteki tadı ile ağzımızı tatlandırmaktadır. Boza, mutlaka cam veya porselen kaplarda muhafaza edilmelidir. Alüminyum ve benzeri kaplar zehirlenmelere sebebiyet verir.
YORUMLAR