X

Bundan birkaç sene önce olsa sezaryen oranlarının özel hastanelerde %68’e çıkmasına dehşetle yaklaşır ve normal doğum şöyle iyi, böyle iyi diye söylenip dururdum. Artık vazgeçtim. Sinir olmuyorum. Sistemiyle, doktoruyla, kadınıyla neresinden tutsan sezaryeni tercih eden yapıda olmamızın dünyadaki diğer kadınlardan farklı olarak çocuklarımızı doğurmaktan vazgeçip kendimizi ameliyat masasında bulmamızın benim bu güne kadar göremediğim mistik bir anlamı olabilir diye düşünüyorum…


Bu konuda teorilerim var. Bunlardan biri kafa boyuyla ilgili. Bebek annenin doğum kanalı ve vajinasından geçerek dışarı çıktığında kafa ve pelvis arasında belli bir uyum olması mecburiyeti doğar. Bu 2 artı 2 dört gibi bir şeydir. Bu konudaki son değişim belki de insanların dört ayaktan iki ayağa kalktığı zamanda meydana gelmiştir. İki ayak üzerinde durma kalça kemiklerinin daralmasına yol açar ve doğumu da mecburen değiştirir. Bu değişiklik doğacak bebeğin fizyolojik özelliklerine de yansır. Bir ya da iki nesilde değil, çok daha uzun zamanda değişir insan. Buna da evrim denir. Her sene bir öncekinden daha fazla Türk kadınının çocuklarını ameliyatla aldırması kafa ve pelvis uyumu kuralını bozabilir. Artık doğacak çocuklar dar bir kanaldan geçmeyecekleri için daha büyük kafalı olabilirler. İşte bu yüzden belki de birkaç nesil sonra bizim çocukların kafa çapında gözle görülür bir büyüme, genişleme olabilir. Bu büyüme beyin hacminin de büyümesine yol açacak ve sezaryen sayesinde birkaç nesil sonra tüm bilim adamları, Nobeller, Pulitzerler bu topraklara yağacaktır. Kim bilir?


İkinci teorim sevme becerisiyle ilgili. Doğumu kendi haline bıraktığınızda bazı hormonların sistemik bir şekilde çalışarak rahmin kasılarak bebeğin dışarı itmesine, annenin süt vermeye hazırlanmasına hem de anneyle bebek arasındaki bağın oluşmasına sebep olduğunu biliyoruz. Sezaryen ile gerçekleşen doğumlarda rahmin kasılmasına gerek kalmıyor; annenin vücudundaki doğal ağrı kesici hormonların çalışması da anlamını yitiriyor, bu hormonlar çalışmadığı için süt üretimi de olması gerektiği şekilde gerçekleşmiyor… Tüm bu saydığım özellikleri çalıştıran hormonlardan biri oksitosin. Sevgi hormonu olarak da biliniyor. Sadece doğumda değil, sevişirken, sevdiklerinizle yemek yerken, kendinizi güvende, sevgi yoluyla bağlı hissettiğiniz kişilerin etrafındayken de salgılanıyor… Oksitosini doğumda işlevsizleştirerek hayatımızda sevgi ihtiyacından da kurtulabiliriz kanımca. Birkaç nesil içinde böyle bir ihtiyaç da kalmazsa ne üzüntü kalır, ne de hayal kırıklığı…


Bağırsak florası ve mikrobiyom teorisi… Bebekler anne karnından dışarı çıkarlarken dünyanın mikrobik ortamıyla da ilk defa tanışırlar. Doğum kanalı ve vajina yoluyla gerçekleşen doğumlarda bu tanışma ilk olarak kendi annelerinin bağırsak florasındaki bebeğe “dost ve tanıdık” bakterilerle olur. Bu bakteriler gelip bebeğin bağırsaklarına yerleşerek onun mikrobiyomunun temelini oluştururlar. Karından kesiyle dışarı çıkan bebekler ilk olarak hastane ortamının bakterileriyle tanışır, ardından da anne eğer emzirebilirse sütten geçecek olanlarla. Bakterilerle bu iki farklı tanışma şekli bebeğin bağışıklık sisteminden başlayarak sinir sisteminim işleyişine kadar etki eder. Burada bir de antibiyotik etkisinden bahsetmek gerek. Sezaryen yoluyla dünyaya gelen çocuklar henüz hiçbir yararlı bakteri ile tanışmadan önce o bakterileri öldürecek olan madde ile: antibiyotiklerle tanışırlar. Anneye verilen ilaçlar plasentadan bebeğe geçerek onunla paylaşılır. İşte bu yüzden bu teorinin pek de hoş olmayan kısmı bizim çocuklarda dünyanın geri kalanında görülmediği kadar çok antibiyotiğe alışıklık söz konusu olabilir; daha doğmadan tanışmışlardır çünkü…


Belki de evrimin bir sonraki basamağı sezaryen sayesinde ve bizim topraklardan yeşermeye başlayacak… Sadece doğum şekli değil elbette, aşırı stresli hayat, bol tarım ilaçlı gıdalar, hava ve su kirliliğinin de bunlara bir etkisi mutlaka olacaktır… Bunlar sadece benim tahminlerim; başka öngörüleri olan varsa zevkle dinlerim…