İnstagramı sildim, çünkü...
Uzun yılların alışkanlığı benimki. Birçoğumuz gibi.
Yıl 2010'a yaklaşırken hayatımızda açılan yeni sayfa, sosyal medya mecraları ile yepyeni bir yaşam deneyimi de yayılır oldu. O gün bugündür, elimizin bir uzantısı haline dönüşen telefonda, 10 yıllardır görmediğimiz ilkokul arkadaşlarımız, büyükannemizin uzaktan akrabası olan tek başına yşayan komşu kadın ve hiç tanımadığımız parlak hayatlı insanlar ile temas ettiğimiz, onları dikizlediğimiz ve kendimizi de bazı açılardan dikizlettiğimiz bir alanımız oldu.
Ne garip aslında. Hemencecik alıştık, peynir ekmek yanına, gazete yerine baş köşeye buyur ettik bu insanları. Sonra, bir çok yeni icat gibi bizi ele geçirdi, kölesi olduk.
Ben de bir süredir sosyal medya mecralarında, özellikle instagramda haldur huldur içerik yazıyorum. Fotoğraf buluyorum, ekliyorum, sorular soruyorum, yorumlar yapıyorum.
Bakmayı çok sevdiğim, beni besleyen, ufkumu açan hiç tanbımadığım hesaplar olduğu gibi beni kendinden soğutan, oradaki hali yüzünden canlısını görmek istemediğim tanıdıklarım da var.
HTHayat malum, sanal bir kişilik, bir toplaşma yeri, şahane kadınlardan, şahane kadınlar için üretilen özenli içerik. Onun da sanal da bir varlığı olmalı, sürmeli, büyümeli mümkünse...
Tüm bunlarla geçen uzun seneler söz konusu benim için. Serde yazarlık var; başlığı bul, metinleri kısalt yayınla instagramda... Gelsin like'lar, gitsin paylaşımlar, ben de elimde telefon, o beğendi mi, bu beğenildi mi, şu fikrimi hakikaten anlayan çıktı mı bakıp durayım... Günlük telefon kullanma sürem 4 saat civarında. Bilgisayarı buna eklemiyoruz.
2020 malum, hayatın tersini düzüne döndüren, öncelikle baştan yazdıran, bildiklerimizi, alıştıklarımızı unutturan ve yerine yenilerine koyan epik bir yıl. Bana çok büyük hediyeleri olduğunu düşünüyorum o yüzden genelgeçer ağızın alıştığı üzere gömemeyeceğim onu. Takvim yapraklarının değişiminin de hayatın genel gidişatında değişiklik yaratmaktan uzak olduğunu bilecek kadar uzun yaşadım. Yine de, aralık sonu, ocak başı neleri bırakıp, neleri tutmak istediğime dair içsel muhasebeleri yapmak için güzel bir zaman. Zemin buna elverişli hale geliyor.
Üstüne üstlük aralık ayı boyunca bir çok derin iç çalışmaya katılma şansı yakaladım, hayatın ters yüz olması ne ki insanın kendi derinlikleriyle yakın temasının yanında...
İşte onlardan birinde, tüm alışkanlık kalıplarımdan, tüm ezbere davranışlarımdan, tüm elimi kolumu kaptırdıklarımdan silkinerek kurtulmak istedim. "Kötü pazarlık" diyoruz masallarla iç çalışma jargonunda. Belli bir konfor, avantaj, kıyak elde ettiğini sanarak yapılan pazarlıkta ruhunun çok hayati bir parçasını bedel olarak vermek ve verdiğin şeyin kıymetinin de pek farkında olmamak. Kör bir antlaşma... İşte bağımlılıklar, otomatik kalıplar ve şuurla yapmadığımız her şey bunlara dahil.
Aslında kötü pazarlık genişşşşşş bir konu. Daha hızlı, daha çok, daha yeni, daha fazla olmak için yaptığımız bir çok şey bu başlığa girer. Bunu bence en iyi anlatan örnek yolu daha hızlı kat etmek için dağların delinip tüneller yapılması. Evet daha hızlı ve düz bir yoldan gidiyorsun tünel olunca, ama karanlık, ama o güzelim dağ manzarasını görmüyorsun artık, camını açıp oksijeni alamıyorsun arabana, uzakta denizin parladığını, adaları göremiyorsun. Tünel hızlı, egzost dolu, betondan. Ne verdin, ne aldın karşılığında...
İşte sosyal medya biraz da buna benziyor. Her türlü aksiyon bir sorunun sorulmasıyla geliyor
"Günde 3-4 saatimi sosyal mecrada geçirmesem ne yaparım?"
Sorularımdan biri buydu.
Ve diğeri de yakınlarımla ilgiliydi. Bu size garip gelebilir. Lakin her gün bir tıkla o gün yazdığım şeyi okuyabilen yakınlarım beni arayıp sormaz oldular. “Hmm, Damla, evet, bugün de böyle bir frekanstan bildiriyor” diye düşünerek belki de, orada benimle ilgili okudukları bir küçük paragraftan çıkarımlar yaparak, “Nasılsın canım?” demez oldular. Ben de merak ettim. "Ben bunu yapmadığımda beni araya soran olacak mı? Merak eden, sesimi duymak isteyen, benden haber almak isteyenler kimler olacak?" diye…
Sosyal medya molamın diğer bir sebebi de isteyene hitap etmek. Bakarsanız 13 bin kişi takip ediyor beni. Lakin etkileşimde bulunan 300- 500 kişi.
Sayılar, istatistikler benim için büyük anlam taşımıyor. Lakin ben oraya yüreğimi koyuyorum, her gün, en mahrem yerimden bir şey bulup sunuyorum, peki kime? Bu bu kadar, bozdurup bozdurup harcanacak bir şey mi? Yoksa sadece isteyene, talep edene, kıymetini bilene verilecek bir şey mi? Diğer bir sorum da buydu…
Son olarak bir de detaylıca düşünmeden kullandığımız sosyal mecraların ürettiğimiz içerik üzerinde kendini yüzde yüz hak sahibi ilan edildiği hüküm ve koşullar var. Instagram ve facebook son zamanlarda bu telif hakkı meselesini iyice abarttılar ve orada yayınlanan tüm kelimelerin, fotoğrafların haklarını kendi üstlerine alan kullanım koşulları icat eder oldular. Bunu da protesto ediyorum kendimce.
Bakın şu Youtube videosunda yeni hüküm ve koşulları mizahi bir biçimde ele almış abi. Üslüp komik ama içerik önemli:
Velhasıl, tüm ezberler, alışkanlıklar, bağımlılıklar gibi bundan da kurtulmak çok kolay değil. Hangi deliği kapatıyor? Hangi boşluğu dolduruyor? Dolduruyor mu gerçekten? Yoksa doldurur gibi yapıp daha büyük bir açlık mı yaratıyor? Bu yoksa ben kimim? Üretim ve tüketim dengesini koruyabiliyor muyum? Beni esas hedeflerimden saptırıyor mu?
sorular sorular... bir kere başlayınca durmak bilmiyorlar...
Ben şimdilik işte buralarda, bu şekillerdeyim. Sizin de kendi sosyal medya kullanımınızla ilgili değerlendirmelerinizi yorumlara yazmanızı çok isterim. Sanırım ki, bir çok alanda olduğu gibi bu kuyuda da tek başıma değilim.
aşk ile
d.
YORUMLAR