Buna tıpta büyümek mi deniyor?

Daha 12 Eylül darbesi olmamıştı.


Evlerin salonlarında çocuklar etkilenir mi diye düşünülmez, yemek masasına kadar inen bir dumanın içinde sigara içilirdi.


Pimapen denen manasız malzeme keşfedilmemişti.


Bulduğu balkonu kapatmak ayıptı.


Çocuklar o açık balkonlarda yere yatar, sokaktan geçen arabalara soğan patates atardı. Soğan patates ucuzdu demek ki!


Hayat pahalılığı diye bir şey de yoktu.


Tek kişinin para kazandığı evlerde anneler kürk giyer, gazinolara gidilir, meyhane fotoğrafları salon masasının üstünde sabahı beklerdi.


Öyle ‘çocukları evde bıraktık’ da ‘aman efendim bunların iç sesleri ne der’, ‘gururu incinir mi’ gibi endişelerle pedagoglara koşulmayan günlerdi.

Okullara çuvalla para filan dökülmezdi.


Herkeste siyah bir önlük, en fazla yakası kesiyor mu boynunu kesmiyor mu ona bakılırdı.


En yakın okul, en yakın önlükçü, hangi öğretmene düştüysen, bitti gitti!


Kokulu silgi yoktu.


Renkli televizyon hiç görmediğimiz bir akrabamızın evindeki uzay aracı gibiydi.


Anadol’u inekler yiyordu.

Ve galiba aslında hiçbir şey yoktu.


Öyle duruyorduk.


Duruyordum.


Çok da eğlenceliydi.


Çünkü o zaman anneannem vardı.


Anneannenin hayatta olması demenin ne olduğunu kimse annem kadar bilmedi.


Annem gençti. Babam da…


Biz küçük…


Anneannemin bir sokak ötede oturmasının ne demek olduğunu da annemden daha iyi kimse bilmiyordu.


‘Hadi siz anneannenize’ cümlesi evde bir müjdeydi.


Çünkü anneanneye gitmek sonsuz oyun oynamak demekti.

‘Kuzum’ diye açardı anneannem kapıyı. Girer girmez ağzıma bir şeyler tıkıştırırdı. Koca bir tabağın içine ılık çay doldurur, çayın içine ekmekler atar, bir de patatesleri küçük küçük doğrar yumurtayla karıştırırdı.


Her yere beraber gidilirdi. Komşuya pazara bakkala parka…


Pazarda ‘Torunuma güzel elmalardan ver’ derdi. Eve elmalar ve civcivlerle döndüğümüz günlerde, annem annesine ‘Anne şu civcivleri almayın’ dediğinde ‘Karışma sen biz balkonda bakıyoruz onlara’ diyen yine anneannemdi.


Parkta salıncak sırası beklememe dayanamaz, çocuklara çaktırmadan ‘Hadi bak bu küçük sen çok sallandın’ derdi.


Anneannem hayatımın en büyülü dekoruydu.


Evinde karıştırmadığım yer kalmazdı.


Elbiselerini giyip, numaralı gözlüklerini takıp dolaşmama gülerdi.


Beni elimden tuttuğu gibi köye götürürdü.


Köyde koynunda yatırır, sabah uyanınca ‘hemen yüzünü yıka kümese fırla’ derdi.


Ben tavuklar beni yolacak mı diye korka korka kümese yürürken anneannem ağacın arkasına saklanmış bana bakıyor olurdu.


Ağaçların tepesine çıkıcam diye tutturduğumda önce o tırmanır, elimi tutmak için dala tutunur beklerdi.


Caddebostan Migros, Caddebostan Maksim Gazinosu’yken, ‘Sana bir sürprizim var’ dediğinde sahnede Beyaz Kelebekler vardı.


Biz en öndeydik.


Anneannem arkadaşlarıyla ne güzel eğleniyordu. Anneannem beni eve bıraksın istemezdim, kuyruğu gibi dolaşırdım. Annemin ona ihtiyacı vardı, kardeşim de vardı sırada, daha onu da büyütecekti. Ama olmadı. Bir gün küt diye hastalandı ve güm diye öldü.


Annemin annesi gitti, her gün konuştuğu insan yok oldu, annemin kronometresi sıfırlandı. Annemin bilgi bankası silindi, hayatından ‘Anneme sorarım’ cümlesi gitti. Benim de dekorum başıma yıkılmıştı.


Şimdi arkadaşlarımın annelerini kaybettiği, onların çocuklarının anneannelerini kaybettiği yaştayım. Her kayıpta arkadaşlarımın arşivi siliniyor. Her kayıpta bir çocuğun dekoru yıkılıyor.


Buna da tıpta ‘büyümek’ deniyor.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Çok güzel anlatmışsın kendimi buldu
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.