X

Geçen hafta bir sabah telefonumu açtığımda bir arkadaşımın veda sözcüklerini gördüm. Artık gücünün yetmediğini, kaldıramadığını ve gitmeye karar verdiğini yazmış. Tabii hızla aradım, ulaşılamıyor; durumunu bilebilecek olası kişilere ulaştım, kimsede bilgi yok. Yaklaşık yarım gün boyunca erişemedikten sonra çok şükür ki iyi haberi duyduk: Yapmamış! Sesi çok bitkin ve yorgun geliyordu ama en azından hâlâ bir sesi vardı.


Onun hikâyesini anlatacak değilim. Zaten o kadar fazla detay da bilmiyorum. Geçtiğimiz yıl tanıştığım, keyifli, mutlu anlarına, heyecanına ve bir o kadar da çöküntülerine tanıklık ettiğim bir can. Birçoğumuz gibi işte, belki biraz daha derin durumlar yaşıyor ama nihayetinde 2021'in modern dünyasında insan olmaya dair hâller...


Ve o günden beri içimde çınlayan kavram kabilesizlik... Modern yaşam, parçalanan dayanışma bağları, gittikçe küçülen ve sonunda çitlenecek kıvama gelen çekirdek aileler ve artık çok büyük oranda bu ailelerin de hayatta kalmadığı; koskoca bir hayata çoğumuzun tek başına göğüs gerdiği, milyon tane örnek...


Bir köyün büyütmesi gerekirken tek ya da iki başımıza büyütmek durumunda olduğumuz çocuklar, bir şeyleri metaya çevirerek satma ve bu şekilde para kazanma zorunluluğu -ve birçoğumuz için bunun yaşama sunmak için getirdiğimiz armağanlarla olan bağlantısızlığı-, ütopik bir kavram olarak özlediğimiz dayanışmanın yaşamlarımızdaki yerinin küçüklüğü...



Binlerce yıl topluluklar, klanlar, köyler içinde yaşamaya alışmış; hem sosyal hem somut ihtiyaçlarımızı gidermek için bu şekilde evrimleşmiş bir tür olarak çok kısa bir süre içinde bambaşka bir dünya yaratmışız ve birçoğumuz bu tuhaf dünyada kelimenin tam anlamıyla debeleniyor.


Bir insan ömrü süresi içinde; yaşamını idame ettirmek için gereken birçok bilgiye sahipken, evini yapabilir, gıdasını yetiştirebilir, bir yandan da çocuklarını eğitebilir ve yaşamın gerektirdiği tüm işleri kotarabilirken; sözde eğitimli ama elinden iş gelmeyen, yaşamsal ihtiyaçlarının tamamını ya da büyük çoğunluğunu hiç tanımadığı insanlara havale etmiş; bir iş yaparak paraya erişen ve hemen hemen tüm ihtiyaçlarını satın alarak karşılayan bir tür hâline geliverdik.


Bunca üretim, bunca refah, bunca konfor elde etmiş bir tür olarak bunları o kadar dengesiz paylaş(m)ıyoruz ki bu dengesizlik herkesi vuruyor. Konunun makro kısmı benim değinmeye yeltenemeyeceğim kadar karmaşık ve büyük ama en azından gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş denen ülkeler arasındaki uçurumu ve aynı şekilde bu ülkeler içindeki sınıflar arasındaki diğer bir uçurumu, az gelişmiş denenlerin birçoğunun çok kısa bir zaman önce kendine yeten ülkeler olduğunu hatırlatmakla yetineyim.


Yine karmaşık ve çok yönlü olup tüm boyutlarını kapsamam mümkün olmasa da aklımın biraz daha bastığı kısım ise tek tek insan hikâyeleri. Senin hikâyenden, benim hikâyemden bahsediyorum. Kabilesini kaybetmiş herkesten, yani hemen hepimizden...


Kabile devri kapandı, yerine atomize bireylerin koskoca yaşamla bir başlarına mücadele ettiği tuhaf bir savaş hâli başladı. Türümüz "kimseye muhtaç olmama" diye tuhaf bir rüya görmeye başladı ve parasını kazanıp ihtiyaçlarına yettirebildiği takdirde kendini şanslı ve namuhtaç saydı. Oysaki artık yediği gıdalar, kullandığı mobilyalar, elektronik cihazlar ve hemen her şeyi yüzlerce ve bazen binlerce kilometre öteden geliyordu. Sırf kendi parasını kazandığı ve istediği gibi harcayabildiği için muhtaç olmadığını düşünen Sapiens, şu anda çok uzaklarda -ve birçoğu çok kötü koşullar altında- çalışan birilerinin işgücüne, çok kötüye kullandığımız ve çok hızlı tükettiğimiz doğal kaynaklara ve tüm bu alışverişin akabilmesi için oluşturulmuş olan sisteme -kelimenin tam anlamıyla- göbeğinden bağlanmıştı. Muhtaçlığı en az eskisi kadar mevcut; sadece, yakınında yaşayan, tanıdığı, bildiği insanlardan bilinmeyen bir yerlerde bilinmeyen birilerinin -kendileri geçinmek için- aldıkları kararlarına havale edildi.


Arkadaşımın durumundan girdim, büyük konulara daldım. Halbuki çok daha mikro ama bir o kadar hayati olan bir yere gelmek istiyorum. Yahu bunca insan tutamadık kızı, gözümüzün önünde gidiveriyordu az kalsın! Nasıl bir "uygarlık" yaratmışsak büyük şehirde binlerce, milyonlarca kişinin ortasında yaşayabiliyor ve kendini tamamen bir başına hissedebiliyorsun. Ortalama 40-50 kişinin yaşadığı apartmanda kendi küçük kutunda kendi bataklığında debelenebiliyorsun (dehlizlerinde kayboluyorsun) ve kimselerin hiçbir şeyden haberi olmayabiliyor. İleri modern cihazlarımız ve internetimizle, uygulamalarımızla herkese -kelimenin tam anlamıyla- anında erişebiliyor ama yine de kendini bir başına bulabiliyorsun. Bunca kolaylığın, konforun, bolluğun içindesin ama bir şeyler eksik işte; olmuyor, yetmiyor, tadı tuzu yok sanki, hımm?


Çünkü kabilemiz yok, çünkü büyük çoğunluğumuz koskoca yaşamla bir başına mücadele hâlinde, çünkü herkes kendine yetme ilüzyonunun peşinde ve doğduğumuzdan beri bunun propagandasıyla yaşıyoruz. Çünkü hemen hepimiz o kadar çok yer değiştirdik ve değiştiriyoruz ki çevremizdekilerle çocukluktan gelen bağlarımız yok. Çünkü modernlik adına geniş ailenin içini öylesine boşalttık ki büyüklerimizle ilişkilenmelerimiz çok sınırlı, aramızda derin uçurumlar var.


Yaşı kaç olursa olsun, bir insanın içindeki çocuğu görürsen o insana şefkat duymaman çok zordur. Birinin içindeki çocuğu görmenin en kolay yollardan biri gerçekten de onun çocukluğunu bilmek, ona şahitlik etmektir. Yaşamda geçirdiği zorlukları, güzellikleri, kabuk değiştirmeleri bildiğin bir insanı yargılamak daha zordur. Hikayelerini dinlediğin, bildiğin birini kabul etmemek neredeyse imkansızdır; ne kadar sana zıt biri de olsa, ne kadar sana zıt gelen eylemler de yapsa...



Bütün bunlar "yakınlık"tan geliyor ve kabilesizliğimiz ve atomize yönümüz bizi bundan mahrum bıraktı. Her birimiz kendi bacağından asılan koyunlara dönüştük ve başlarımızın çaresine bakmak üzere bu karmaşaya salıverildik. Ruhani, zihinsel zorluklar yaşayanları psikologlara, psikiyatrlara; yaşlılarımızı bakıcılara; çocuklarımızı -yine- bakıcılara; evlerimizin temizliğini birtakım yabancılara; midemize giren ve bizi biz yapan gıdaları asla tanımayacağımız insanlara emanet ettik.


Ve ilginçtir ki bütün bunları normal kabul ediyoruz. Bir arkadaşım canına kıymaya kalkıyor ve ben ona yardım edemiyorum. Bunca zamandır feryat figan ediyor ve ben buna bir çözüm bulmuyor ya da bulamıyorum. Elimden geleni yapıyorum onun için ama acısına, yaşadığı güçlüğe tam olarak sahip çık(a)mıyorum. Dışarıdan bir yerden destek olmaya çalışıyorum ama onla tam olarak hemhâl olamıyorum.


Nasıl olayım? Onu çok sevsem ve onun tarafından gerçekten çok sevilsem de yaşamıma yeni giren bir can. Ne hikâyesinin detaylarını biliyorum ne coğrafi olarak yakın yaşıyoruz ne de tam olarak nasıl destek olabileceğimi biliyorum. Topluluk bağlarımız öylesine çözülmüş durumda ve büyük çoğunluğumuz böyle bir şeyin varlığından bile öylesine habersiz ve hemen hepimiz buna o kadar ihtiyaç duyuyor ki nasıl etmeli, nereden başlamalı bunu da bilmiyorum.


Mesajı aldığım ve akabinde ona ulaşamadığım an gerçekten de gittiğini düşündüm. Ve dağınık bir şekilde de olsa bütün bunlar dolanıyor içimde o günden beri. Bir can'a sahip çıkamayışımız, onu tutamayışımız, az kalsın kaybedecek olduğumuz...


Bunca insan... Kabilesi olmayan binler, milyonlar, milyarlar...


Sahi siz de mi kabilesizleştirebildiklerimizdensiniz?