Tırtıl Ağaçtan Düşünce

Oğlumla Belgrad ormanında keyifli bir yürüyüşteyiz. Toprak yolda ilerlerken fotoğraf çekiyor, sohbet ediyoruz.


Oğlum bir an duruyor, geriye dönüp bakıyor. "Anne bu ne sence?" diyor. Arkama dönüp bakıyorum. Görünürde bir şey yok. Tekrar oğluma baktığımda hala dikkatle bir noktaya baktığını görüyorum. Şaşkınım.



Onun gördüğü, benim görmediğim ne olabilir? Kendisi, kendini çocukluğundan beri bir bilim adamı olarak tanımladığı için, ruhsal düzlemde bir şey göremez diye düşünüyorum.


"Anne havaya bak" diyor "İleriye değil." O anda görüyorum. Muhteşem bir şey. Çok dikkatli bakmak gerekiyor. Uzağa değil, yakına.


Yaşamda da öyledir ya hani. Aradığımızın uzakta olduğunu sanıp, burnumuzun dibindekini görmeyiz ya hep.


Ya da sahip olduğumuz şeyler, sahip olacaklarımızdan daha değersiz görünür ya gözümüze. Oysa sahip olduklarımız; sahip olmak istediklerimiz için güzel bir araç, vesile olabilir.


Ben de, oğlum "Görüyor musun?" diye sorduğunda, her yeri taramış, ama tam önümde kendi ipeği ile ağaçtan sarkan tırtılı görmemiştim. Küçücüktü. Ağzından salgıladığı ipekle yeniden ağaca tırmanmaya çalışıyor fakat olmuyordu.






Çabalıyordu. Vazgeçmiyordu. Bir süre onu izledik. Bir santim boyunda ya vardı ya yoktu.


Harcadığı bu büyük çabayı nerden buluyordu?


Bu nasıl hayata asılma çabasıydı? İnatçı çocuklar gibi eteklerinden çekiştiriyordu yaşamı.


Hedefi belli, ağaca varmak. Kozasını yeniden örmeye ve sonra kelebek olmak için beklemeye başlamak.


İçsel bir dürtü bu.


Var oluş amacını gerçekleştirmek için şükür ve sevinçle emek vermeye devam etmek...


Ona, o dürtüyü, o duyguyu veren yaratanı hayal kırıklığına uğratmamak.


Değişmek ve dönüşmek için emek vermek.


Küçük yeşil tırtıl... Ona saygı duymamak mümkün değil!


Oğlum bir kaç fotoğraf çekti. Ben de öyle. Ortaya inanılmaz bir güzellik çıktı. Yola devam etmeye karar verdik.


Ancak tırtıl o kadar mucizevîydi ki, ben bir adım bile atamıyordum. Oğlum ne olduğunu sorduğunda, "Onu burada böyle bırakamayız. Ağaçtan o kadar sarkmış ki, bir insanın geçerken çarpması an meselesi." Bir bilim evladı oğlum, bana "Anne, doğanın dengesini bozma" dedi. "Bırak öyle kalsın."


Bu sefer kararsızlığım daha da arttı. Ne yapacaktım? Yardım etmek istiyordum. Peki doğru olan neydi? Bırakmak mı, yardım etmek mi? Evet, bırakmak en iyisi olabilir. Bu onun tekâmülü, onun seçimi deyip yürüyüp gitmek...


O halde neden bu eşzamanlılık yaşandı? Bırakmak ve saygı duymak için mi?


Gördüklerimizden sorumlu değil miyiz? Sessiz kalmak duyarsızlık değil mi?


Yaratılmış her şey birbirine hizmet için yok mu? O tırtıl bizi yardıma çağırmış olamaz mı?


Süleyman ve karıncaların hikâyesi geldi şimdi aklıma. Hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum;


Büyük kral Süleyman, ordusuyla ilerliyordu. Dünyanın belki de en garip ordusuydu bu.


İfritlerden, devlerden, cinler, hayvanlar ve insanlardan oluşmuş bir ordu.


Kral Süleyman hepsine hükmediyordu.


Bir vadiye geldiklerinde, Süleyman, bir karıncanın şöyle konuştuğunu duydu.


"Kaçın! Sinin! Saklanın! Büyükler görmezler de sizi eziverirler ki; biz, onların hayrı için var edildik."


Süleyman bunu duydu ve gülümsedi. "DURUN" dedi orduya.


"Önümüzde karıncalar var, görmeyiz de ezeriz onları çünkü biz, onların hayrı

için var edildik."


İşte orada, o anda öyle bir bütünlük bilinci oldu ki; bu kez gökyüzünden melekler indiler sıra sıra.


Hepsi birbiriyle kucaklaştı. Birbirine karıştı küçük ulu, ulu küçük.


Orada, o kutlu anda herkes birbiri için var olduklarını fark ettiler. Asla yalnız olmadıklarını bildiler ve o kutlu yerde, o gün orada olanlar bütün olduklarını bildiler ve bütünlüğün gücüne ulaştılar.


Tırtıl hala mücadele ediyor. İnsanlar tırtıla değil bize bakıyorlar. Bir kadın ve bir adam havada bir noktaya bakıp konuşup duruyorlar. Uzaktan pek de hoş bir tablo olmadığına eminim.


En sonunda kararımı veriyorum. Onu; orada, öyle bırakıp gitmek içime sinmedi.


Bir küçük dal parçasını alıp, tırtılın ipeğini ona zarar vermeden dala doluyorum.


Yeşil tırtıl hemen dala çıkıyor. Canım benim, demek ki yorulmuş. Farklı bir yere değil, ipeğinin sarktığı ağaca bırakıyorum onu. Hiç durmadan, hızla yukarı doğru tırmanmaya başlıyor.


O tırmanırken düşünüyorum. Yardım etmenin sınırı ne? Doğru mu, yanlış mı nerden bileceğiz?


Ya yaptığım yanlışsa, ya o tırtılın orda olması gerekiyorsa?


Ama ordaydım. Rastladım. Ya tesadüf diye bir şey yoksa. Benim onu görmem sadece kendim için yaşam dersi mi almaktı?


Bilmiyorum; ama bunları düşünürken dua ediyorum.


“Güzel rabbim, beni seçmek zorunda bırakma.


Eğer değiştirmem gerekiyorsa bir şeyler göreyim. Beni araç et. O adımları atacak cesareti bana ver.


Eğer yanlış yaparsam, haddimi aşarsam beni affet. Elimden başka bir şey gelmez.


Ne üç maymunu oynayabilirim ne de bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyebilirim.


Ben sana benzemeyi seçtim.


Senin yolunda olmayı, güzellikleri, paylaşmayı, çoğaltmayı...


Dedim ya, bir yanlışım varsa yolda, af ola.”



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.