X

Ne kadar da başdöndürücü bir hızla değişmişti hayatı. Daha üç ay önce bir genç kızın yaşaması gerektiği gibi yaşıyordu. Kızların uyması gereken ne çok kural vardı ve “adabımuaşerete” verilen ne çok önem.



Omuzlar dik tutulacak. Eller eldivenli olacak. Dudaklar boyanmamış (ve tabii öpülmemiş). Etekler ütülü, sözler iddiasız, gözler yerde, düşünceler namuslu…



“Erkeklerin kızlardan farklı bir şeyleri vardır ve akılları fikirleri, o şeyi kızlara gösterebilmektedir” derdi annesi, tıpkı arkadaşlarının anneleri gibi.



Üç ay önceye kadar böyleydi. Oysa şimdi her şey ne kadar farklıydı? O göklere tırmanmış pırıl pırıl çelik ve camdan ibaret binanın en tepesindeki lokantada otururken bunları düşünüyordu.



Hala inanamıyordu ama lokantanın çatısı açılıp kapanabiliyordu. İsteyenler olunca, garsonlar bir mekanizmayı çalıştırıyorlar ve lokantanın devasa büyüklükteki çatısını tümüyle açıp, yeniden kapatabiliyorlardı. İşte o zaman insan, gökyüzündeki binlerce yıldızı aynı anda ve elini uzatsa yakalayabilecekmiş kadar yakınında görebiliyordu.



İnanamıyordu. Hepi topu üç aç içerisinde, Birleşik Devletler’in en ücra eyaletlerinin birinin en ıssız kasabalarından birinden kalkmış buraya, bu ucu bucağı belirsiz New York’a gelmişti. Şimdi de, çatısı açılabilen çok lüks bir lokantada ıstakoz yiyip, şampanya içiyordu.



Karşısında, sevgiyle ona bakan sarışın, yeşil gözlü, çok yakışıklı bir adam oturuyordu ve Yunan ilahlarını andıran bu adam onun kocasıydı. Daha bu sabah sevişmişlerdi, öğlen yine sevişmişlerdi ve gece otele döndüklerinde yeniden sevişeceklerdi.



“Annem bana hep yalan mı söyledi acaba, ben bundan zevk alıyorum işte” diye düşündü. Güldü. Önce sessizce sonra da kahkahalarla güldü. “Deli” gibi güldü. Sıradışı bir kadın olduğunu biliyordu. Kendini mutlu edebilmek için her şeyi ve kendini “yakabilecek” kadar sıradışı olduğunu biliyordu…



Şampanya içiyordu. Daha üç ay önceye kadar, yargıç babasının kötü viskisinden gizlice aldığı birkaç yudumdan başka içki tanımayan o, şimdi sabahtan başlayıp gece yarılarına kadar şampanya içiyordu. O kadar çok şampanya içiyordu ki, dün gece kocasına “bahse girerim, çok geçmeden köpük saçmaya başlayacağım” demişti.



Karşısında oturan ve en az kendisi kadar sarhoş ve mutlu görünen adama baktı. “İrlanda yeşili kadar yeşil ve anlamlı gözleriyle meleksi bir yüz. Gülümseyen derinlikleriyle bütün dünyayı kavrayan o gözler ve onları gölgeleyen uzun ve ipeksi kirpikler…”



Bu ilah kadar yakışıklı adam, henüz yirmi üç yaşındaydı, “Cennetin Bu Yanı” adlı romanıyla bir anda ABD’nin en tanınmış yazarı haline gelmişti ve onun kocasıydı.



Şampanyadan, aşktan ve mutluluktan başı dönen on dokuz yaşındaki Zelda Sayre Fitzgerald yavaşça ayağa kalktı. Gökdelenin en tepesindeki lokantaya açık çatıdan giren rüzgar, Zelda’nın pahalı elbisesinin şifon eteklerini dalgalandırdı.



Yıldızlara baktı. Uçmak istiyordu. Bunu yapabilirdi. Uçabilirdi. Kendini otuz beşinci kattan rahatlıkla aşağıya atıp, sonra da gökyüzüne süzülebilirdi. Sıradışı bir kadındı o. Sıradışı bir adamla sıradışı bir aşk yaşıyordu ve güzelim Zelda, tüm bunların yaşamı boyunca hep böyle süreceğini sanıyordu…



Kocasının alkol bataklığında boğulup gideceğini, kendisinin de şizofreninin karanlık labirentlerinde yıllarca ve umarsızca dolanıp duracağını o yıldızlı gecede nasıl bilebilirdi ki?



“Muhteşem Gatsby”, “Cennetin Bu Yanı”, “Güzel ve Lanetlenmiş”, “Son Düş” gibi büyük romanların yazarı ünlü F. Scott Fitzgerald ile eşi Zelda Sayre Fitzgerald’ın gerçekten olağanüstü ve sıradışı aşklarını anlatan “Z, Zelda Fitzgerald’ın Romanı” adlı kitabı okurken benim aklımdan da bunlar geçiyor işte.



Therese Anne Fowler’ın yazdığı, Omca Korugan’ın akıcı bir dille çevirdiği, Doğan Kitapçılık’ın bu yeni kitabında olaylar Zelda’nın ağzından anlatılıyor. Alabamalı bir taşra kızının, New Yorklu çok ünlü bir yazarla evlenmesi, sürekli olarak onun gölgesinde yaşamaktan kurtulabilmek için uğraşması, alkol ve delilik krizleri.



Arka yüzde ise, hep saklanmış bir ABD var. Ekonomik kriz. İşsizlik, açlık. Başarıyı yakalayabilmiş çok az yazarın, oyuncunun, sinemacının görkemli ama alabildiğine yapay yaşamı.



Bütün bunların içinde de biri genç yaşta kalp krizi, öteki de bir akıl hastanesinde çıkan kuşkulu bir yangın sonucunda bitivermiş iki çileli yaşam.



Asla birbirlerinden kopamayan Zelda ile Scott’un sıradışı aşkları. Gerçekten sıradışı ve Zelda, bunu şöyle özetliyor:

“Daha yakından baktığınızda olağanüstü, büyüleyici bir şey göreceksiniz, sahici ve doğru bir şey. Biz asla göründüğümüz gibi olmadık”.


Perde…