Sen de unutma Evdoksiya
Aleksi Yorgo, “O saatten sonra ben adamlıktan çıktım. Sonunda işte bu çam ağacına geldim. Rüzgarlarda hala sallanıp dururum” diyordu boynunu bükerek…
Büyükada’dayım. İstanbul’u esir alan lodostan bir gün önce, “Ada şimdi tenhadır” diye düşünüp soluğu Büyükada’da almışım ve vapur seferleri durdurulunca, adada “gönüllü bir esir” olmuşum.
Akşamüstü. Gökte birazdan cam sicimi bir yağmur yağdıracak olan lacivert bulutlar. Ada bomboş. Yazın pembe zakkumların, altın sarısı mimozaların süslediği sokaklar, şimdi sadece kedilere, martılara ve kargalara kalmış. Faytonlar ve onların yorgun atları ortalıktan çekilmiş. İskele civarında hüzünlü köpekler, birbiri üzerine devrilmiş bisikletler…
Dil Burnu’na doğru yürüyorum. Nizam Yokuşu’na sapıyorum. Çam ağaçları da benim gibi, bir mahzunluğun ortasında fısıldaşıyor. Belki de o eski aşkları anlatıyorlar birbirlerine.
Hristos, Aya Nikola ve Aya Dimitri Kiliselerine bakıyorum. “Bu kiliselerde kim bilir kaç aşığın nikâhı kıyılmıştır” diye düşünürken, bir çam ağacına sırtını dayamış faytoncu Andon’un oğlu Aleksi Yorgo’ya rastlıyorum. “Hani sen ölmüştün” diyecekken Yorgo, “ölüler de konuşur” diyor ve anlatmaya başlıyor:
Ben Aleksi. Faytoncu Andon’un tek oğluyum. Fayton, ışığı gökler tanrısından çalan Phation’un adından gelirmiş. Babam, benim de kendisi gibi faytoncu olmamı istedi ama ben dayım Niko’ya özenip balıkçı oldum. Evimiz Hristo Tepesi’ne giden bir sapa yoldaydı. Dayımla her sabah denize açılırdık. O kulağı menevişli kırlangıçları, sırtı mor hareli kolyosları avlarken, ben ahşap kayığın içinden adayı seyrederdim. Iskarmozlar ıslak, kürekler ağır olurdu. Pruvayı usturuplu şekilde şavullardım. Kürekleri aheste çekerdim.
Sonra akşam olurdu. Tanıdık gecenin yanıp sönen yıldızları sanki kalbime doğardı. Zamanın gökyüzüne bir mıh gibi çakılarak öylece duruverdiğini görür gibi olurdum. Eve dönerdik...
Evdoksiya’yı yanında yaşlı bir kadınla balıkları sattığımız tezgâha geldiğinde gördüm ilk kez. İnce uzundu. Kumraldı. Çetrefil kirpiklerinin gölgesi yüzüne düşüyor, gözleri altın gibi ışıldıyordu. “Taze mi bunlar” diye elini balıklara uzattı ve Dor sütunları gibi beyaz ve uzun parmakları benimkilere hafifçe dokundu…
O saat dilim tutuldu. Lal oldum. Hemen ertesi sabah boşladım balıkçılığı. Sora sora buldum evlerini. İşte bu Aya Dimitri Kilisesi’nin hemen yanı başında beyaz, güneşli bir evdi. Ondan sonra her gün, daha gün ışımadan evlerinin karşısındaki bu çam ağacının altında belki bahçeye çıkar da görürüm diye bekledim.
Ara sıra bahçeye çıkar, inci gibi dişleriyle gülerek bana bakardı. O an içimde bir şeyler infilak ederdi. Alabora olurdum. Denize ve gökyüzüne karışırdım. Aklımı fikrimi terk ederdim. Geceleyin varıp gölgesine sokulsam, gökyüzünde bulutlar büyüseler, yağmuru dinlesem, anlatsam, şimşekler kırılıp dökülseler, martılar üşüyüp gitseler, bizi sokaklarda bıraksalar, bir çınar olsam, yaprak yaprak dökülsem, gelse göğsüne kapansam diye düşünürdüm. O küçücük gülüşü kalbime kelepçelenirdi. Ağaçlar çocuk gibi ellerini çırpardı. Ihlamurlar sessiz sedasız sevişirlerdi. Kalbim uğultulu bir yangın gecesine dönerdi…
O yıkılası 1910’da halim işte böyleydi. Tekmil adalar öğrendi sevdamı. Kınalı’dan, Burgaz’dan gelirler ve beni bu çam ağacının altında oturup, kendi kendime konuşurken seyrederlerdi acıyarak.
Babası Galata’nın oralardaki Modiano Çarşısı’nda kumaş tüccarlığı yapan çok zengin bir adamdı. Biricik kızını benim gibi bir çulsuza vermeye yanaşmadı.
Ben ve bütün ada halkı yalvardık kendisine. Nuh dedi, peygamber demedi.
Sonra Evdoksiya hiç görünmez oldu. Öğrendim ki babası, Evdoksiya’yı kendisi gibi zengin bir tüccarın oğluyla evlendirmiş. Evdoksiya İstanbul’a, Pera’nın oralara bir yere gitmiş.
Büyük ve kalın yalnızlığım işte o zaman başladı. Birer birer ışıklarımı söndürdüm. Karanlıkta kaldım. Saçlarım tutuştu, yandı. Ateş her yanıma bulaştı. Cehennem gibi harladım.
Sonra bir gece yarısı, gidip kıyıdaki sahipsiz tekneden iki kulaç ıskarmoz ipi aldım. Bu çam ağacının altına geldim. İpi bir dala bağladım ve… Sonrasını biliyorsun. Hala sallanıp duruyorum rüzgârda.
Evdoksiya’yı görürsen selam söyle. Evleri, kilisenin hemen yanındaki beyaz, güneşli evdir. O şimdi bahçede kasımpatılarıyla uğraşıyordur. Adadaki en güzel kasımpatılarını o yetiştirir. Sarı sarı ve sevdam kadar kocaman kasımpatılarıdır onlar. Ellerine bakınca hemen tanırsın. Dor sütunları kadar uzun ve beyazdır parmakları…
Bahtsız Aleksi’yi çam ağacında bırakıp, iskeleye doğru dönüyorum. Kandil sarısı bir akşam olmuş. Büyakada daha da tenhalaşmış.
Dönüş yolunda, Trakya’da Bulgarlara karşı yaptığı savaşı kaybedince Büyükada’ya sürgün edilmiş Bizanslı komutan Anastastius’u görüyorum. Luca’nın “Korintoslulara Mektup” bölümünde verdiği öğütlere uyup, kiliselerdeki ikonalara savaş açan ama iktidar değişikliği olup da ikonaları seven bir imparator başa gelince, yine buraya sürülen rahip İsarius’u da görüyorum.
İkisi de Evdoksiya’ya selam söylüyor.
Sonra Büyükada’yı alan Osmanlı paşası Baltacıoğlu Süleyman Bey’i, Cevat Şakir’i, Reşat Nuri Güntekin’i, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı görüyorum.
Onlar da Evdoksiya’ya selam söylememi istiyor.
Sonra Şair Nigar Hanım ile onun güftesini besteleyen Kemani Tatyos Efendi’ye rastlıyorum. Nigar Hanım, başında Cezayir kesimi hotozu, leylak moru yaşmağı ve şarabi renk feracesiyle yine çok alımlı.
Ben hazır rastlamışken “Mani oluyor halimi takrire hicabım” şarkısında, utancı engel olmasaydı bildireceği durumu neydi acaba diye Nigar Hanım’a sormaya hazırlanırken, ikisi de bir duman gibi gökyüzüne doğru süzülüp, puslu bir bilinmezlikte kayboluyor.
Son anda “Evdoksiya’ya selam söyle” diye fısıldadıklarını duyuyorum.
Kış günü. Lodos. Büyükada’da kediler, martılar ve kargalar kalmış.
Bana da bu hayaller kalmış.
O hayallerin anısına, “Sen de unutma sakın” diye Evdoksiya’ya selam gönderiyorum…
YORUMLAR