X

Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nin ikinci katındaki lokantada kalabalık bir masa. Okuldan sonra Maliye Bakanlığı’na, Ticaret Bakanlığı’na, Devlet Planlama Teşkilatı’na girmiş sınıf arkadaşlarımızla birlikte ünlü şair Cemal Süreya’yı dinliyoruz. Bir Maliye Müfettişi olan Cemal Bey, o sıralarda Maliye Bakanlığı Tetkik Heyeti üyesi ve akşam iş çıkışında, biz edebiyat meraklısı gençlerle sohbet etmeyi seviyor.


Cemal Bey anlatmasına kısa bir ara verdiğinde biz de camdan dışarıya bir göz atıyoruz. Ankara’nın en cıvıltılı yerlerinden biri olan Yüksel Caddesi’ne öksüz bir bozkır akşamı çökmüş. Ağaç altlarında gitar çalan gençler. Hafiften bir sesle “We Shall Over Come..” şarkısını söyleyen Başkentli “Joan Baez”ler. Sonra Cemal Süreya yeniden Fransız sembolistlerini anlatmaya devam ediyor.


Derken uzunca boylu, beyaz saçlı bir adam kapıdan içeri girip, hışımla bizim masaya ilerliyor. Elini Cemal Bey’in omzuna koyup, “hani hasta olduğun için dışarıya çıkmıyordun, beni atlatıp buraya gelmişsin işte” diye konuşuyor. Cemal Bey de o her zamanki hüzünlü gülümsemesiyle, “seninle asırlardır beraberiz, oysa bu gençler yeni” diye cevap veriyor.


Beyaz saçlı adam da gülüyor ve masaya oturuyor. Cemal Bey, arkadaşını bize tanıtıyor: “Edebiyatımızın Mareşali, romancı ve hikayeci Muzaffer Buyrukçu”...


Meğer yıllardan beri arkadaş olan, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Cemal Süreya ile Muzaffer Buyrukçu, o gece buluşmak için sözleşmişler. Sonra Cemal Bey hasta olduğunu söyleyip, Buyrukçu ile buluşmaya gitmemiş ve sohbet etmek için bizleri Mülkiyeliler Birliği’nde toplamış.


Hem utanıyor, hem de Muzaffer Buyrukçu’ya tercih edildiğimiz için çocukça seviniyoruz. Geç saatlere kadar süren bir edebiyat gecesi yaşıyoruz…


Daha sonra zaman zaman Muzaffer Buyrukçu ile yine bir araya geliyoruz.


Derken bir gün gazetelerde Cemal Süreya’nın Muzaffer Buyrukçu ile birlikte Başbakan Turgut Özal’a hitaben bir “bildiri” yayınladıklarını okuyoruz.


İki arkadaş, aldığı kararlarla Türk ekonomisini, siyasetini hatta sosyal hayatını allak bullak eden Özal’ı resmen intihar etmeye çağırıyorlar:


“Ülkemizi sizden / Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan / Kurtarmak için / Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu’yla / Bir önerimiz var: İntihar etmelisiniz! / Ben ve Buyrukçu bu konuda / Dostça omuz veriyoruz size. / Gelin, halkın önünde, / Üçümüz birlikte intihar edelim / Gününü ve saatini siz saptayın / Ülkemiz sizden kurtulsun / Biz de bir işe yaramış olalım”...


Bir yandan gülüyoruz, bir yandan da başlarına bir iş gelecek diye endişeleniyoruz. Neyse ki hoşgörü konusunda şimdiki siyasi liderlerden çok ileride olan Özal, hiçbir şey yapmıyor.


Sonraki günlerde Buyrukçu’nun hayat hikayesini zaman zaman kendi ağzından dinliyoruz.


Çileli bir hayat bu. Parasızlık. Girip çıkılan işler. Aşçı yamaklığı, inşaat işçiliği, kunduracılık, Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memurluk...


Bütün bu hengame içinde ısrarla ve başarıyla yürüttüğü yazarlık. Haldun Taner Öykü Ödülü, Yunus Nadi Öykü Armağanı, Sait Faik Hikâye Armağanı gibi edebiyatımızın en saygın ödüllerini kazanması. Buna rağmen inanılmaz bir alçakgönüllülük. Belki de bu yüzden hiçbir zaman hakettiği üne, paraya kavuşamaması ve bunları da hiç dert etmeyişi.


Muzaffer Buyrukçu gözümüzde sadece bir edebiyatçı olarak değil, insan olarak da büyüdükçe büyüyor. Onu yakından tanıdıkça, etrafındaki onca insana rağmen aslında ne kadar yalnız bir adam olduğunu da görüyor ve üzülüyoruz.


Yıllar geçiyor ve birgün Muzaffer Buyrukçu’nun da bu dünyadaki misafirliğinin bittiğini öğreniyoruz. Yalnız yaşayan Buyrukçu, yine yalnız ölmüş.


Mareşalin yüz yıllık yalnızlığı bitti” diye düşünüyoruz…