X

Ozan artık okula gitmek istemiyor. Ya da belli ki o okula, ya da o öğretmene gitmek istemiyor.


Çünkü çok yeni tanıştığı tatlı seramik öğretmeninden ayırıp eve getirmekte epey zorlandık. Okuldaki genç İngilizce öğretmeni ile de arası çok iyi. Hatta onunla sınıfta gölge öğretmen olmadan ders yapabilmeye de başlamıştı. Kimin onunla gerçekten ilgilendiğini, içten sevdiğini çok net anlar bizim çocuklar.


Derdi öğrenmekle değil, öğretenle ve nasıl öğretildiğiyle. Bu kesin.


Bahar geldi mi coşan hormonlar ve benzeri mikrobiyolojik arkadaşları zaten her yıl bazı sinyaller verir. Havalar değiştikçe bizim çocukların da huyu suyu değişir. Bambaşka yepyeni haller, tavırlar karşımıza çıkar, bünyeyi ele geçirir.


Ele geçirir diyorum. Çünkü otizmli bir çocuğun içinde olan bitenleri kelimelerle ifadesi oldukça kısıtlı olabildiğinden, bazen biz bu durumları anlayıp çözüm geliştirene kadar her şey çoktan olup bitmiştir. Ve 100 metreyi saniyenin onda biriyle kaybetmiş atlet gibi hevesimiz kursağımızda kalıverir. Usulca bir sonraki mevsimi bekleriz.


Bizim hayatlar genelde hiç kimseninkilere benzemez. Otizm ve otizmli çok kendisine has bir yaşantıyı beraberinde getirir. Diğer annelerle de konuşur gelecek etapta başımıza geleceklere dair tüyolar edinmeye, çareleri erkenden geliştirmeye çalışırız. Ama dedim ya bizim çocuklar bir başkadır. Çoğu zaman otizmde ödevler ve sınavlar en çalışmadığımız yerlerden gelir.


Bu kez Ozan okulla ilgili tavrını çok net, çok kesin belirtilerle, hatta keskin sözel ifadelerle ortaya koydu. Artık okula gitmek istemiyordu.


Sınıfta daha ilkokulun ilk aylarında başlayan sorunlar. Üçüncü kez değişen okul yöneticileri. Her veli toplantısında mümkünse her şeyin sorumlusu olarak velileri ilan eden bir tavırla karşılayan bir eğitimci modeli. Ve eğitim sistemi adı altında anlatmaktan bile utanacağım daha neler neler.


Sabır sabır diye diye ikinci sınıfın baharına ulaştık.


Öğretmen birinci sınıfın ilk günlerinde ‘acaba otizmle ilgili biraz motivasyon olur mu?’ diye verdiğim Temple Grandin filmini bile hala izlemedi. ‘Siz Ozan’la çok iyi ilgilenmişsiniz, çok ilerlemiş’ demek dışında konuyla herhangi bir ilgi kurduğu da söylenemez. Sınıfına verilen iki ‘zor çocuk’ bir kaç sinir bozucu olaydan sonra aileleri tarafından okuldan alındı. Diğer ikisi arada bir öğretmen tarafından zaman zaman hırpalansa da belli ki aynı biz gibi biraz da seçeneksizlikten hala aynı sınıfta. Onlarla ilgili her sorun yaşandığında Ozan öğretmenden biraz daha uzaklaştı. Bir kaç kez sınıfta ‘yeter’ diye öğretmene bağırdığı dahi oldu. Artık neredeyse onunla ilişki kurmaktan de vazgeçmiş durumda.


Üç yıldır hep ‘buna da şükür’ diye tamamen tek başımıza uğraştık da uğraştık. Okulda otizmli bir çocuk için gereken hiç bir destek zaten yok. Olmaması da herkesin normali. Yasa ve yönetmeliklerde belirtilen hiç bir eğitim aracı, yöntemi uygulanmıyor. Fakat bu bizim dışımızda hiç kimsenin umurunda da değil.


Milli Eğitim de bunun sonuna kadar farkında olmasına rağmen bu konuda kılını dahi kıpırdatmıyor. Herkes olan bitenin gayet farkında ama bizim çocuklarımız bizim dışımızda belli ki kimsenin umurumda değil. Böyle gelmiş böyle gider deyip herkes ay başında maaşını almaya bakıyor. O kadar.


Devlet okulu olduğu için ve daha önce açtığımız davanın da etkisiyle sadece orada olmamıza bir şekilde izin verilmiş oluyor. Ve bunun adına da eğitim deniyor. Daha ne isteyeceğiz ki. Biz de bir hoşuz.


Ama görünen o ki Ozan tüm bunlardan giderek daha çok zarar görüyor. Kısa bir süre önce okula götürmeye çalıştığımızda her sabah yolumuza çıkmaya başlayan öfke nöbetlerini ortadan kaldırmak için onu biraz şehirden uzaklaştırınca anladım ki çocukta aslında hiç ama hiç bir sorun yok. Sorun tamamen okulda.


Bense zaten son zamanlarda sürekli kendimi tutmakla, dizginlemekle, gidip bir dava daha açmamak ve yine yıllarımı mahkemelerde sürünerek geçirmemek için sakin olmaya çalışmakla meşgulüm. Bir yandan da Ozan’a gerekli olan spor ve diğer terapiler için çareler geliştirmeye, bütçeleri bulmaya, tüm bunlar için işimi yürütmeye ve mümkünse kendim de biraz yaşamaya uğraşıyorum.


Bizi tanıyan herkes her gördüğünde bana soruyor. ‘Ozan nasıl, eğitimi nasıl gidiyor?’ Nasıl olsun. Bu ülkede yaşayan her otizmli gibi. Berbat. Eğitim falan yok. Kaynaştırma yok. Arada kaynatma var. Ne haliniz varsa görün var. Bol bol laf var. İş yok.


Ama herkese tek tek anlatmaya takatim kalmadığı için kısaca ‘fena değil işte, idare ediyoruz’ deyip geçiştiriyorum. O arada çocuğumun yılları, bizim emeklerimiz boşa akıp gidiyor.


On günlük blok devamsızlığın sonunda öğretmeni Ozan’ın yokluğunu ancak fark edip arayınca ‘zaten her dönemde tüm derslerine beş verip gönderiyorsunuz, hiç mi eksiği yok’ dediğimde söyleyecek hiç bir şey bulamıyor. Okul yönetimi falan filan diye geveliyor.


Zaten biz bir sonraki etapta başımıza gelecekleri de diğer ailelerin yaşadıklarından biliyoruz. Ozan’ın okulda arkadaşlarıyla ilişkisi çok iyi. Onlara gösterdiği sevgi ve sakin ruhu yüzünden belli ki onlar da onu çok seviyorlar. Çünkü hala çocuklar, küçücükler. Ama işler biraz daha ilerleyip hepsi sınavlara çalışmak zorunda kalıp, üstlerindeki baskılar arttıkça Ozan’ın sınıftaki hareketleri, zaman zaman yaşadığı tepkileri, duyusal tetiklenmeleri, dürtüselliği falan biliyoruz ki sorun olacak.


Çünkü şu an olduğu gibi o zaman da bunların tümünü halletmesi gereken biz olacağız. Ve pek çok aile gibi biz de bunu tek başımıza başarmakta zorlanacağız.

Sonra da tipik ‘ acaba başka okula mı geçseniz, ne oldu böyle, gayet iyiydi, neden böyle oldu’ deyip köşesine çekilecek eğitim sistemi. ‘Bizim çocuklara engel olmaya başladı, alın bu sınıftan’ diye başımızın etini yiyecek diğer veliler.


Okul değiştirdikçe bozulan sinirler. Çocuğun sürekli istenmeyen biri hissiyle ergenliğe girmesi. Tüm bu süreçler içinde doktor doktor, terapist terapist gezmeler. Tüm bunları becereceğiz derken bozulan sinirler, boşalan cepler, yorulan kalpler, elden akıp giden çocuğunu nasıl bir ülkede bırakıp öleceğini bilmeden geçen, geleceği belirsiz bir hayat.


Çare ne mi?


Bilmiyorum.


Şu sıralar yine nasıl bir çözüm bulabiliriz diye düşünüyorum, düşünüyorum.


Tabii ki bu ülkede hep başımızda olan o ünlü deyişi de unutmadan...


Düşün, düşün, çoktur işin...