X

Tencerelerin ebadı nüfusundan büyük olan evlerde büyümenin getirdiği paylaşma duygusu pek sonradan öğrenilmiyor. O günün pişen yemeğini karşı komşu Emine Hanım ya da üst komşunun oğlu Ahmet’in çok sevdiği biliniyorsa masaya davetli gelen misafirin tabağına koyulur gibi bol kepçeden dolar tabaklar. Dumanı üstünde tüten yemekler kapılar arası gidip gelirken başka bir komşuya rastlanmaya görsün, hemen ona da bir tabak gönderilir; hem kokmuştur hem de göz hakkıdır. Böyle göz hakkı burun hakkı diye diye her evin mutfak tezgâhının bir köşesi komşuların emanet tabaklarıyla dolar.



Böyle bir apartmanda, parmaklarının ucundan lezzet damlayan mutfak büyücüsü bir anneannenin eteğinden ayrılmayan evin en ufak ferdiydim uzun yıllar. Eteğin püskülü misali dolaşma halim hem anneanne aşkından hem de mutfağı en eğlenceli oyun sahası olarak görmemdendi. Hal böyle olunca mutfakta pişer apartmana da düşer bütün komşu tabaklarını taşımak bendenize düşerdi. O yemeğin içine bir şekilde benim de emeğim girmişse eğer, lezzete dair bir övgü duymak için Tatlı Cadı Samantha’nın burnunu oynattığı gibi kulaklarımı oynatabilirdim. 5-6 yaşlarındaki bir çocuğun emeğinden ne olacak? Olsa olsa maydanoz ayıklamışımdır, soğanın kabuklarını soymuşumdur. Olsun! O yaşta emeğin büyüğü küçüğü olmaz.



Tüm bunların, yani bir tencere kaynarken eşi dostu da düşünmenin hanenin bereketinden sayılması o yaşlardan girdi mi insanın kanına kolay kolay geçmiyor. Eve her gelenin eli kolu dolu gelmesi, meyve sepetinin, tavandan sarkan kurutulmuş sebzelerin, erzak torbalarının her zaman dolu olması ama ziyan denen şeyin kapıdan bile geçmemesi… Etrafında aç varsa uyuyamayan insanların zamanında biraz olsun nefes almış olmak güzel.



Bütün bunlar neden mi aklıma geldi? Şehirlerde insanlar gettolaşır, karşı komşusunu tanımaz, yorgunluktan ve zamansızlıktan mutfağında tek bir tencere dahi kaynamaz hale gelince insanın da robottan pek bir farkı kalmaz oldu. Duyguya dair ne varsa kaybettikçe kuruyoruz. Göç fikri aklına düşen her ‘kurumuş’ şehirlinin aklında bir toprağa, maviye, yeşile, iki, insana değme özlemi yatıyor.



Bademini, çağlasını, zeytinini, limonunu, odununu paylaşan, aşından, toprağından çıkanı göz hakkı, komşu hakkı diye dağıtan insanlarla doldukça etrafım bugünlerde, çocukluğumun Özyaşar apartmanı düşüyor aklıma. Şehirden kaçanlar da dahil o paylaşma damarından nasibini almış kişiler oluyorlar hep. Ve bilmem ki insan büyüdükçe daha mı çok en sevdiklerine çeker, anneannem misali, benim mutfakta da daha çok hep en büyük tencereler kaynıyor. Şekerinden dolayı reçel yemeyen anneannem, her mevsim meyvesinden kilolarca reçel kaynatır, bir kavanozunu kendi dolabına koyuyorsa diğerlerini etrafa dağıtırdı. Yapacak gücü olsa hala da öyle.



Mutfak tezgahının üzerinde emanet komşu tabakları biriktikçe mutlu oluyorum. Çok özlediğim, uzağımdaki o şahane kadını, anneannemi yanı başımda hissediyorum. Bir gülümseme, rahatlama geliyor üzerime. Bugünümü sevmesem çocukluğumu çok özlerdim, biliyorum.