HT Hayat Anasayfa Adelpha’nın Mutfağı - Bölüm 8 | Hayatın Sesi

Gece hiç uyumamıştım. Sabah Çetin işe gitmişti. Rüya neredeyse geç kalıyordu. Ona kahvaltı hazırladım. Ayaküstü yedi ve çıktı. Çıkarken beni öpmeyi unuttu. Arkasından seslendim, merdivenlerden öpücük yolladı. İçimde kalmıştı.


Bugün gideceğimi biliyordum.


Salona şöyle bir baktım. Sehpada Rüya’nın kitapları, kumandalar, kanepenin üstünde Çetin’in dergisiyle gömleği, masada yarısı içilmiş bir kahve fincanı, yerde benim el işi sepetim. Dün akşamı düşündüm. Her şey normaldi. Televizyonda bir belgesel açıktı. Ben desenli pazen kumaştan bir fil daha yapmıştım. Televizyon sehpasının üstünde duruyordu. Çetin biraz çalışmış, kahve içmiş, uyuklamıştı. Rüya mızmızlanıp geç saatlere kadar ödevini bitirememişti. Sabah da geç kalmıştı.


Bir süre kanepede oturdum. Boşluğa baktım. Hareket edemedim. Üzerimde geceliğim vardı. Ayaklarım çıplaktı. O gün yapacaklarımı düşündüm. Her sabah evi toplarken bunu düşünürdüm. Ne yapacaktım ben? Her gün başka bir gündü. Yeni bir gün. Öyle olmalıydı. Nasıl bir gün yaşayacaktım? Kalp atışlarım hızlandı. Uykusuzdum. Saat dokuza geliyordu. Önce duş mu almalıydım yoksa kahvaltı mı etmeliydim? Çay demledim. Duşa girdim. Bavulumu getirip salonun ortasına koydum. Teras masasına kahvaltımı hazırladım. Gözüm bavuldaydı. Yanıma neler alacağımı düşünmeye başladım. Sonra vazgeçtim. Bir şey yaparken başka bir şey düşünmemeyi öğrenmeliydim. Bu beni yoruyordu. Sonra bunu fark edip sadece kahvaltımı ettim. Kapalı bir bahar havası vardı dışarıda. Üzerime uzun, ince hırkamı giydim. Boğaz’ı seyrettim. Üç fincan çay içtim. Sıra yapılacaklara geldi.


İlk iş olarak biletimi ayırttım. Otobüs iki buçuk saat sonra kalkıyordu. Neredeyse bir saat zamanım vardı. Bavulum salonun ortasında açık vaziyette duruyordu. Şu son yaptığım bezden fil sehpanın üzerindeydi. İlk onu attım bavula. Dün akşam Rüya’yı terslemiştim.


“Anne, bu kadar fili ne yapacağız biz? Her yer fil oldu.”

“Aaa, size battı benim fillerim. Ne derdiniz var ya?”

Rüya küsüp odasına gitti. Önce Çetin takmıştı aslında fillere. Ben Rüya’ya patlamıştım. Arkasından odaya gitmek için kalktım ama Çetin durdurdu.

“Birazdan gelir. Siniri çok sürmüyor, biliyorsun.”

Çetin haklıydı. Rüya kızgınlığını, küslüğünü hemen unutan bir çocuktu. Aniden parlar, saman alevi gibi sönerdi. Yarım saat sonra ağlayarak geldi.

“Ödevlerimi yetiştiremeyeceğim işte.”


Çetin’le yanına oturduk. Rüya beni istemedi. Babasıyla iyi anlaşıyordu. Çetin onu sakinleştirdi. Yardım etmedi ama yol gösterdi. Birkaç saat başındaydı. Yattığında saat on bire geliyordu. Sıradan bir akşamdı işte. Üçümüzün akşamı.


Bir telaş ve korku kapladı içimi. Rüya’nın defterlerini topladım. Çetin’in eşyalarını. El işi sepetimde ne varsa bavula boşalttım. Sepeti küçük odaya kaldırdım. Eşyalarım ortalıkta göze batmasın istiyordum. Geçenlerde kıyafetlerimin çoğunu bir derneğe vermiştim. Onlar ihtiyacı olanlara ulaştırıyordu. Fazla giyisim yoktu. İki bavula her şeyimi sığdırabilecektim. Küçük odadan, yatak odasından, banyodan eşyalarımı toplayıp salona getirdim. Mor çiçekli elbisemi Çetin’le almıştık. Yolda onu giyecektim. Ayırdım. Kotumu bavula yerleştirdim. İki ayakkabı, birkaç tişört, iki bluz, iki elbise, hırkam, pijamalarım, iç çamaşırlarım, makyaj malzemelerim, tarağım. Her şey hazırdı. Kahve kupam? Onu almayı unutmamalıydım. Dilan’ın hediyesiydi. Mutfağa gittim kupayı en alt çekmecede sakladığım pıtırcıklı naylona sarıp bavula koydum. Bu kadar basitti işte. Toplanmıştım.


Buzdolabını bir daha kontrol ettim. Dünden kalan yemekler vardı. Dilan’ı tembihlemiştim, arada gelip Rüya’yla ilgilenecekti. Başka ne vardı? Kitaplarımın çoğunu ve filmlerimi evde bırakıyordum. Şimdilik eşyaları bölüşmeye gerek yoktu.


Tahminimden erken hazırlanmıştım. Kendime kahve yaptım. Evin odalarına bir göz attım. Gerçekten her yer fillerle doluydu. Gidişimin herkese uğurlu gelmesini diledim. Kahvemi alıp terasa çıktım. Rüzgâr masa örtüsünü havalandırıyordu. Bulutların arasından güneş çıktı. Gözlerimi kıstım. Kahvemden bir yudum aldım.


On üç yıllık bir evliliği arkamda bırakıyordum. Kendimden emin olduğumu fark ettim. Hiçbir şüphem yoktu. Bu iyiydi. Ne çok şey yaşamıştık bu evde, bu semtte. Manavı, ekmek fırınını, marketteki yaşlı adamı, balıkçıyı özleyecek miydim? Belki. İnsan yerleşik bir canlı mıydı? Ya göçebeler? Gezginler? Sürekli yer değiştirenler? Yerinde duramayanlar? Kurtlular? Güldüm. Beni belki tek bir yerde uzun süre kalmak hantallaştırmıştı. Daha büyümeden yaşlanmıştım. Ruhumun yola ihtiyacı vardı. Yolculuğa. Bilinmeyen bir yol. Bilinmeyenden neden korkardı insan? Ben de korkardım ama eskiden. Şimdi korkmuyordum. Merak ediyordum. Bu beni canlı, genç tutuyordu. Kısa süre önce keşfetmiştim bu duyguyu. Kim bilir daha neler keşfedecektim. Heyecanlandım. Dinç hissettim. Birden fil kolyem geldi aklıma. Elim boynuma gitti. Yerindeydi. Sımsıkı tuttum onu. Okuduklarımı hatırladım. Fillerin uğuruna inanmak kadim bir inançtı. Batı dahil birçok kültürde, özellikle güneydoğu Asya’da, Hinduizm’in yaygın olduğu yerlerde. Hatta Hinduların fil başlı bir Tanrısı bile vardı. Elim hâlâ kolyemdeydi. Gökyüzüne baktım ve güzellikle, iyilikle karşılaşmayı diledim.


Uzun zamandır tek başıma otobüs yolculuğu yapmamıştım. Çok severdim otobüs yolculuklarını. Trenleri de. Uçak gibi değillerdi. Uçakla bir yere gittiğim zaman hep bir şeyleri arkamda bıraktığımı, bir şey unuttuğumu hissederdim. Sanki bir yanım yola çıktığım yerde kalırdı. Yolu, gittiğimi anlayamazdım. Bu beni rahatsız ederdi. Tuhaf bir telaş ve şaşkınlık hali. Oysa otobüs yolculuklarında yolu izlemek beni dinlendirirdi. Biraz müzik dinlerdim, biraz düşünürdüm. En çok da hayal kurardım. Yıllar önce öğrenciyken Ankara-Ayvalık yollarında yaptığım gibi. Kendimi yeniden o günlerdeki gibi taze hissediyordum. Üstelik daha yola çıkmamış, boşanmamış, yalnız bir hayata bile başlamamıştım.


Çetin’e veda etmek istemedim. Geçen hafta ona uzun mektuplar yazıp yırtmıştım. Sabah bir not yazdım. Bana verdiği kredi kartıyla beraber yatak odasındaki komodinin üstüne koydum.


Çetin,

Ben Ayvalık’a taşınıyorum. Lütfen beni arama. Rüya’ya iyi bak.

Hoşça kal,

Ferzan


Berbat bir nottu. Bir terk ediş notu. Kısacık. Hiçbir açıklama, gerekçe yok. Bir gün eve geliyorsun ve sevgilin gitmiş. Silkelendim. Bunları yeterince düşünmüştüm. Otobüsü kaçıracaktım. Anahtarlarımı bırakmak istemedim. Rüya ve kalan işler için geri geleceğimi biliyordum. İki bavulumla evden çıktım. Azıcık da olsa korkuyla karışık bir heyecan vardı içimde.


Servisle terminale gittik. Otobüs on dakika sonra kalkacaktı. Yerime oturdum. Pencere kenarı istemiştim. Tarlaları, bahçeleri izlemeyi seviyordum. Kitabımı ön koltuğun arkasına yerleştirdim. Ayakkabılarımı çıkardım. Bağdaş kurdum. Hep böyle yapardım. Ipod’umu kontrol ettim. Çantamdaydı. Yanım boştu. Çantamı yan koltuğa koydum. Yola çıktık. Akşama Ayvalık’ta, annemin yanında olacaktım. İçimi şimdiden bir huzur kaplamıştı.


Yolda biraz uyudum, biraz düşündüm. Ayvalık’ı, çocukluğumu, annemi, babamı. Net hatırlayamadığım anılarım vardı. Yıllar geçtikçe benden uzaklaşmışlardı sanki. Annemle en son ne zaman yemek yaptığımızı anımsamaya çalıştım. Babam öldüğünde annemin yanında kalmıştım. O zaman yapmıştık. Yani en son beraber mutfağa beş yıl önce mi girmiştik? Üzüldüm. Evden ayrılalı yirmi yıl olmuştu. Öğrenciyken okul tatil olduğunda, son on beş yıldır bayram tatillerinde filan görüşmüştük işte. Üniversiteye başladığım ilk gençlik yıllarında daha annemi babamı tam tanıyamadan ayrılmıştım evden. İnsan annesini babasını tanımaz mıydı? Ben öyle hissediyordum. Annemin, babamın huylarını bilirdim. Neleri sevdiklerini, neleri sevmediklerini filan. O kadardı. Çocukluk anılarını, hayatta yaşadıkları en büyük zorluğun ne olduğunu bilmiyordum mesela. Neneki’yle dedemin hikâyesini bilmiyordum. Anneanneme böyle sesleniyordum: Neneki. Çocukken uydurduğum bir kelimeydi. Girit’ten Ayvalık’a nasıl göç etmişlerdi? Çocukken dinlemiştim ama tam hatırlayamıyordum. Ayvalık’a gidiyordum. Doğduğum topraklara. Çocukluğumun memleketine. Özlemle ve merakla doluydum.


Anneannem ve annem beraber yaşıyordu. İkisi de aşçıydı. Yıllarca lokantalarda çalışmışlardı. Anneannem gençken kendi lokantasını açmıştı. Adelpha’yla birlikte. Sonra ne olmuştu o lokantaya? Adelpha neden Atina’ya dönmüştü? Çok az şey hatırlıyordum. Bu sefer ailemle ilgili her şeyi öğrenmeye kararlıydım. Kimdim ben? Nereden geliyordum? Ailem kimdi? Neler yaşamışlardı? Bunları bugüne kadar pek de merak etmediğim için utanç duydum. Ankara da memleketimdi, İstanbul da. Ev mutlu olduğun yerdi. Bir de geçmişim vardı. Kişisel tarihim. Defterimi çıkardım. Not almaya başladım.


Ayvalık’ı keşfet

Çocukluk fotoğraflarını bul

Ailenin göç hikâyesini ve Adelpha’nın yaşadıklarını öğren

Annenle yemek yap, yeni tarifler dene

Sürekli not tut


Rüya ve Çetin tamamen aklımdan çıkmıştı. Başka bir dünyaya girmiştim. Kendi dünyama. Ne yapıyorlardı acaba? Hemen Dilan’a bir mesaj attım. Rüya eve gelmeden bize gitmeliydi, anahtarı vardı. Rüya beni evde göremeyince telaşlanırdı. Dilan onu teskin etmeliydi. Otobüs mola verince arayacağımı söyledim. Çetin işten geç gelecekti. Bir an elim ayağım birbirine dolaşmıştı. Sakinleşmeliydim. Kulaklığımı taktım. Pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Yol beni rahatlatıyordu. Yavaş yavaş duruluyordum. Telaşlanacak bir şey yoktu. Yol akıyordu. Geçip gidiyorduk işte. Tıpkı bulutlar gibi…


Bir sonraki bölüm 30 Kasım Pazartesi...


Önceki bölümler...










YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.