Çekinmek (yakın ilişkiler)

Geçen haftaki yazıya başlarken daha hafif bir yerlere uzanmak dönüyordu zihnimde ama devasa bir okyanusta buldum kendimi; umarım sürç-ü lisan etmemiş, boyumu aşan sularda yüzmemişimdir. Konu “çekinmek” idi; dönüp dolaşıp koskocaman “hak” konusuna vardı.

Hafif dediğime bakmayın, aslında uzanacak olduğum yer de pek öyle sayılmaz. Çekinmenin sebeplerinden biri olarak gösterilen utanç duygusunun başlıca müsebbibinden ve yaşamlarımıza ciddi anlamda yön veren bir yerden bahsediyorum zira: yakın ilişkilerden.

Ama önce Emre'nin en sevdiği şeylerden biri ile karşı karşıyayız. Tam bir şeyden bahsedecekken kocaman bir parantez açar ve uzun uzun açıklar bir şeyleri.

Parantezimiz “yakın ilişkiler” tamlamasına dair. Zira bunun yerine geçecek, anlatmak istediğimi kapsayacak bir tamlama bilmiyorum, bulamıyorum ve her seferinde düşünüp taşınıyorum “ne demeli?” diye... Bir zamanlar duygusal ilişkiler tabirini kullanırdım lakin bunun yetersizliği bence bariz; zira tüm ilişkilerin bir noktada duygusal olduğunu ve ayrıca bazı yakın ilişkilerin içinde nispeten az duygu olabileceğini ıskalıyor. Kadın-erkek ilişkileri denebiliyor fakat burada koskocaman bir LGBT -ve türevleri- hareketlerini, bireylerini dışarıda bırakmış oluyoruz. Cinselliği içine alan tanımlar da yetmeyebiliyor, bu da yıllardır birlikte olup ilişkinin bu tarafını artık pek de yaşamayan veya aseksüel birey ve birliktelikleri kapsamamış oluyor. Başka seçenekler de bulmuşluğum, görmüşlüğüm var ama hiçbiri tam karşılamıyor işte. Nihayetinde daha ziyade -İngilizcesi sanki daha da güzel karşılayan (intimate relationships)- yakın ilişkiler tamlamasını seçiyorum ama aslında bu da tartışılır; zira bazen bir dostla, bazen anne-babamız ya da çocuğumuzla, bazen kendimizle, bazen de yaşamın tümüyle ya da herhangi bir kısmı ile de oluşabiliyor bu yakınlık (intimacy). Ama evet, şu an için bunu kullanmaya devam ediyorum; daha uygununu bilen/bulan varsa lütfen beri gelsin, bana seslensin.

Kapa parantez... :))

Ne diyorduk? Utanç sebebiyle çekingenlik gösterdiğimiz yakın ilişkiler konusuna girmeye çalışıyorduk. Kendi adıma, zaman zaman çekindiğim (bazen de çok rahatımdır) ve diğerlerinde de fazlaca gözlemlediğim bir konu başlığı bu. Geçtiğimiz haftaki yazının ilk paragrafının son cümlesinde “Çekinmesek ya...” demiştim ve bu yazıyı tam da bunun için yazıyorum; bu konudaki çekincelerimi(zi) deşifre etmek ve yolum(uz)dan çekilmelerini kolaylaştırmak için. Belki sadece kendim için yazıyorum, belki birkaç kişi için daha, belki de binlerce kişi için; bilmiyorum...

Bir yakın ilişki olasılığı ufukta belirdiğinde, içimizde bir heyecan dalgası oluştuğunda, çoklukla bunu kendimizde tutmayı tercih edebiliyoruz. Bunun çeşitli sebepleri var elbette. Bunların başında reddedilme korkusu bulunuyor gibi geliyor bana. “Ya duygularımın, niyetimin, arzumun karşılığı yoksa; ya reddedilirsem...” Ve ardındaki utanç... Bu maddeye dair kestirme yorumum şöyle bir şey olabilir: Reddedilme durumunda reddedilen senin kişiliğin değil* ki kuzum; talebin, yaklaşımın, niyetin kabul görmedi, hepsi bu. Bu durumda aslında utanılacak bir şey olmayabilir bu. Bir çekim hissetmişsindir ve bu çekimin karşılığı yoktur (ya da vardır ama türlü sebeple olumlu dönüş gelemiyordur) ve aslında hepsi budur. Nedir ki korkmanı sağlayan? Ayrıca şu da var: Ya reddedilmezsen... Ya niyetinin, heyecanının, arzunun karşılığı varsa... Ya o da kendi çekinceleriyle ses veremiyor ve bu sebeple kavuşamıyorsanız... Ahh dünya tarihinde kim bilir kaç trilyon vuslat bu sebeple vaki olamamıştır; bazen düşünürüm bunu, bende de kaç kavuşma olamadı belki. Ahh... :))

* Velev ki reddedilen tüm kişiliğin olsun; ne olmuş yani? Birincisi, bir kişi seni tümüyle reddetse bile bu onun bileceği iştir ve senin değerini, kıymetini hiçbir şekilde etkilemez. Aynı şekilde kabul gördüğünde de durum aynı; bu, karşı tarafın yaklaşımı ile ilgilidir ve seni bağlamaz. İkincisi “ben” dediğin kimdir ki, nedir ki? “Ben”den geçmek, galiba tüm din ve ruhani geleneklerin, yolların en önemli hedefi. Buradan bakarsak, “ben”in sarsılması o kadar kötü bir şey olmayabilir de... Tabii bazı şeyleri teorik bir yerden söylemek kolay, iş uygulamaya gelince zor olabiliyor; bunun da farkındayım.

Ben demişken, reddedilme korkusunu fazla taşımıyorum ama şöyle: Özellikle güçlü bir çekim içindeysem ve/veya “ciddi” bir şeylere meyletmişsem söylemekte, paylaşmakta pek çekince duymuyorum. Paylaşıyorum ve gelen karşılığı alıp başımın üstüne, tabii bir de kalbime koyuyorum. Ama mesela bu çekim daha ziyade fiziksel beğeni, cinsellik içeren, görece yüzeysel bir beğeni ise ve ötesinde gözüm yoksa, işte bu durumda paylaştığım çok nadir oluyor (hatta hiç, belki!). Bu da üzerine çok uzun durulası bir konu olmakla birlikte tek cümle ile yorumlamak gerekirse derim ki cinselliğin -bende ve karşıda- tamamen doğal bir şey olarak görülmediğini bilmek/düşünmek/sanmak, buna dair berrak olmayan düşünceler, ezberler ... ve bu sebeple böyle bir çekimi zikretmekten imtina etmek. Çünkü “yanlış” anlayabilir; ne varsa yanlış anlaşılacak :)) Hatta bu konularda sıkça kullanılan şu cümle çok şey söylüyor bence: “Kötü bir niyetim yok.” Ulan nesi kötü; niyetlerin en güzellerinden, en saflarından, en keyiflilerinden ve en doğallarından biri ama işte toplumsal bir tabu, malum... Neyse...

Bir de çekimin sürekliliğinden, hislerimizin gücünden ve gerçekliğinden emin olmama nedeniyle ortaya çıkan bir çekinme olabiliyor bazen. En haklı çekinme sebebi belki de budur. Çünkü buradaki çekinme; karşı tarafı gözetme, yanlış sinyaller verip kafa/kalp karıştırıp sonra geri adım atarak onun üzülmesine vesile olmama gibi bir yerden geliyor ve bana çağrıştırdığı kelime özen. Elbette ki herkes yetişkin, herkesin kendi duygularının sorumluluğunu alması esas vs. lakin bunca iç/dış karışıklığın içinde yüzdüğümüz bu dünyada, son derece hasass olan bu konuda diğerlerine özenli yaklaşma isteği bir o kadar da kıymetli ve gerekli. Bu arada elbette ki her şey, tüm duygu ve düşünceler, canlı-cansız tüm varlıklar geçici; dolayısıyla herhangi bir düzeydeki çekim zaten geçicidir ve bu son derece normaldir. Benim burada bahsettiğim, zaman zaman kendimde ve başkalarında gördüğüm çok hızlı değişimler. Diğerini sakınmamızın hayırlı olduğu kısım bu bence. Ani bir hormonal atakla ya da bir anlık heyecan ve beğeni ile adım atmaktansa biraz nefes almaktan bahsediyorum, kısaca. Yani bazen... Tüm bu yazdıklarım -deneyimlerin birikmesiyle oluşmuş olsa da- teorik atıp tutmalar, farkındayım; bazen de paldır küldür atılan adımlar tatlı sonuçlar getirebiliyor mesela.

Bu arada şunu da not düşmek istiyorum: Bu tip bir durumu paylaşmak illaki bir karşılık beklemek anlamına gelmiyor olabilir. Birine dair bir şey hissetmek, birini istemek, arzulamak, muhakkak birlikte olma isteğine götürmeyebilir bazen. Dolayısıyla biri ile bunu paylaşmak da illaki bir karşılık alma niyetiyle olmak durumunda değil diye düşünüyorum. Kendi adıma; şeffaf bir iletişim kurabilmek, o kişi ile gerçeğimi paylaşabilmek, davranışlarımdaki olası saçmalıkların (yaparız ya bazen abuk subuk dikkat çekme şeyleri :) ) sebebinin bilinmesini sağlamak için de paylaştığım oldu zaman zaman. Gerçekten bir karşılık, herhangi bir deneyim yaşamak istemediğim ama o çekimi paylaşmayınca da kendimi dürüst hissedemediğim için paylaştığım oldu. Hatta birkaç kez eşleri, sevgilileri olduğunu bilerek mesela...

Bunlardan başka, özellikle kadın-erkek ilişki olasılığı durumlarında ortaya çıkan toplumsal ezberler var mesela, ilk adımı erkeklere yükleyen, kadınları geride durmaya, davet beklemeye çağıran; çekinik tutan... Kendi adıma pek tatsız bulduğum ve sevmediğim bir durum bu. Daha önceki yazılarda zaman zaman değindiğim eril/dişil taraflarımız üzerinden baktığımızda evet, eril daha aktif, dışa dönük, adım atan tarafımızken dişil daha kendi hâlinde ve takipçi rolünde olan taraflarımızı taşıyor. Ve her ne kadar insanın dişil formu kadın, eril formu erkek olsa da bu ikisinin de her birimizde yer aldığı ve ideal olanın dengede olmaları olduğu söyleniyor. Hâl böyleyken, adım atan kişi eril tarafı ile adım atıyordur fakat bu, adımın erkek cinsiyetinden gelmesi gerektiğini hiçbir şekilde göstermiyor; hatta, lütfen göstermesin. Mesela İsveçte kızlar teklif ediyormuş, demek ki mümkün! :)) (Bu espriyi herkes biliyordur umarım.)

Hepsi bir yana, her halükarda insanın beğenildiğini, hoşlanıldığını, istendiğini duyması güzel bir şey. Yani sırf mutlu etmek için bile söylemeye değer diye düşünüyorum.

Düşünsenize beğenilerimizin büyük bir kısmını türlü sebeple içimizde tutuyor ve o kişilerle paylaşmıyoruz. Halbuki beklentili ya da beklentisiz, bunları birbirimize duyurduğumuz bir dünya çok farklı olurdu bence. Hem daha fazla eşleşme ve dolayısıyla güzellik ortaya çıkardı, hem de eşleşilmediğinde dahi ortada bir hoşluk, tontişlik oluşur, mutluluk yaratılmış olurdu.


Kısacası, söyleyelim işte...


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.