Ayrımcılık ve ötesi...
İşte size bu güzel bahar Cuma’sında Mor Pencere’min bakış açısı… Günlük hayatımızın her anında, birden fazla anlamda karşımızı dikilen koca bir ejderha, ayrımcılık!
41.Nefes Listesi, 20. Madde: Ayrımcılık: Dil, din, ırk, ten rengi, engel gibi uzayıp giden gruplaşma, ötekileştirme, dışlanma, aşağılama ve hatta yok etme kavramlarını içeren, hayatın her anında karşımıza canavar kılığında dikilen ayrımcılığın yok olduğunu, kavram olarak bile unutulduğunu görmek.
Bu hayal, benim özel hayal-mucize listemden bir madde. Bu yazıyı yazmadan önce, farklı kaynaklar “ayrımcılık” kelimesini nasıl açıklıyor diye araştırdım.
Türk Dil Kurumu’na göre, “ayrımcılık=ayrımcı olma durumu”. Bu bir histen öte, bir kişilik özelliği gibi sanki. Wikipedia ise, ayrımcılık tanımlamasında, “bir kişiye ya da gruba, belli özelliklerinden dolayı önyargılı davranmaya denir. Bu davranış, pozitif ya da negatif yönde olabilir. Ancak, ayrımcılık dendiğinde genellikle negatif anlam anlaşılır” diyor. Önyargı! Nelere karşı önyargılarımız vardır? Bilmediğimiz her şeye karşı önyargı geliştirebiliriz ya da biz sorgulamadan önce bize dayatılarak öğretilenler de önyargı sahibi olmamıza neden olabilir.
Engelli Ayrımcılığını Engelleme ve Önleme Platformu
Öyle sosyolojik çözümlemelere girişecek bilgim olduğunu sanmıyorum, ayrımcılık kavramının da bin türlü hali var, ama son 8 yılda “engelli ayrımcılığı” konusunda kendi tecrübelerimi aktaracak kadar çok ayrımcılığa maruz kaldık biz, farklı gelişim gösteren otizmli oğlum ve ben.
Otizm yolcuğumuzda yokluk ve yoksunluk arasında geçip giden yıllar boyunca, belki de başka hiçbir olgu, beni kişisel olarak bu kadar zorlamadı, bunca derinden kırmadı. Okullar başta olmak üzere, girdiği her sosyal ortamda hep “istenmeyen çocuk” oldu Nazım Özgün, neden? Çünkü O, farklı gelişim gösteren bir çocuk, o bir otizmli/Asperger’li. Toplum olarak her ne hikmetse, tek tip çocuk seviyoruz, çizgi dışı çocuklara neredeyse hiç kimsenin tahammülü yok!
Bazı anılar vardır, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, asla unutmazsınız, belki hafızanızda geriye itersiniz, ama benzeri bir durumla karşılaştığınızda fil hafızanız yorar sizi, sanki her hikâyeyi bir daha yaşarmış gibi hissedersiniz. Ya omuz silker geçip gidersiniz, ya cevap vermeye çalışırsınız veya gözleriniz dolu dolu öylece kalakalırsınız. Otizmle yolculuğumuz boyunca her üç durumda da kendimle yüzleştiğim çok oldu.
Diyelim ki, bir restorandayız. Oğlum, “beklemek” kavramını oldukça geç ve zor öğrendi. Eğer yemeği siparişten kısa bir süre sonra hala masaya gelmemişse, önce servis elemanının, sonra etraftaki masaların dikkatini çekecek derecede huzursuzluk çıkardığı, hatta yüksek sesle şikâyete giriştiği çok olmuştur. Bu tip anlarda, ona “sus” demek de kar etmez! Ya servis elemanından veya yan masadan aniden şöyle bir cümle duyulana kadar, zaten burnumuzdan gelmiş olan yemeğe devam etmeye çalışırız: “Aaa ne terbiyesiz, şımarık çocuk!” “Hanfendi, bir zahmet çocuğunuzu susturun, aptal mı, anlamıyor mu, yemeği pişiyor daha!”
Hayır, aptal filan değil, sadece otizmli! Bu gerçeği dile getirsem bile bir şey değişmeyeceğini bildiğim için, bazen susmayı tercih ederim veya o gün çok formdaysam, uzun açıklamalar ile karşımdaki kişiyi soluksuz bırakabilirim, ama bu yaşadığımız dışlanmayı yok etmez ki? Sonuçta, ya biz kendimiz zor bela toparlanıp restorandan kaçar gibi çıkarız veya zaten müdür bey kılığında biri tepemize dikilip “gitseniz iyi olacak” demiştir bile! Bir ara, “gidilmesi sakıncalı cafeler/restoranlar listesi” bile yapmıştım.
Bu tabloya, otobüsteki insanlar ter koktuğu için sürekli yüksek sesle “ama neden yıkanmamışlar ki?” diye tekrarlayan ‘bastıbacak terbiyesiz’ bir çocuğu, markette kasada sıra beklemeyi reddettiği için kasiyeri yavaş çalışmakla suçlayan ‘çok bilmiş’ çocuğu, hastanede kendisine dokunulmasına izin vermediği için kan alma ünitesini dağıtan ‘çok yaramaz’ çocuğu da ekleyince… şahane bir hayat akışımız olduğu pek de söylenemez. Bu arada dipnot, tırnak içindeki tanımlamalar bana ait değil, genelde etraftan oğlum için duyduğumuz pek güzel betimlemeler onlar, tabii ki en hafif halleriyle!
Yine de yukarıda anlattıklarımın hiç biri, okul yaşı geldiği andan itibaren başımıza gelenler ile boy ölçüşemez. Kovulduğu 4 anaokulunun birinin sözde pedagog(!) olan sahibesi bana “siz sakın çocuğunuzun bir gün normal çocuklarla bir arada okuyabileceğini hayal etmeyin, asla böyle bir şey olamaz!” demişti, o kadar emindi kendinden!
İlkokula başlama sürecinde ise, kapıdan ters yüzü döndüğümüz 8 ayrı okulun, yıllar sonra da ortaokula geçiş sırasında 11 ayrı okulun müdür ve öğretmenlerinin, kaynaştırma raporuna rağmen sarf ettikleri cümleler neredeyse sabit bir bant kaydı kadar aynıydı. Böylece 4 yılda bir arpa boyu yol gidemediğimizi anladım, belki Nazım Özgün kendini geliştirip okul düzenine uyum sağlamış, başarılı bir öğrenci oldu ama, gelin görün ki özellikle özel okullar ve “diğer veliler” için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil maalesef! Okul yönetimleri, öğretmenler ve doğal gelişim gösteren çocukların velileri bilmedikleri, anlamadıkları, hatta yok varsaydıkları otizm dünyasından ürküyorlar.
Özel okul ve ya devlet okulu çok da fark etmiyor, otizmli çocuklarımızı okula kabul etmemek için öne sürülen bazı gerekçeler, hem anayasal vatandaşlık hakkı olan eğitim hakkı ile hem de insan hakları ile doğrudan çelişiyor. Üstelik bu lafları, çoğu kez çocuğu hiç görüp değerlendirmeden, telefonda randevu almaya çalışırken söylüyorlar. Sadece bize değil, birçok vakada dile getirilen ve kanunu ihlal eden bu ‘eğlencesiz’ gerekçelerden bazıları;
- “Biz başarı odaklı bir okuluz, sadece normal öğrencileri kabul ediyoruz!” Çok eminler sadece normal-o da nasıl bir şeyse-çocukların başarılı olacağından…
- “Biz öööyle çocukları almıyoruz, engelli çocuklar için başka okullar var, biz alamayız.” Bu ‘öööyle çocuk’ tanımlaması her ne ise, hiç anlayamadım ben!
- “Diğer öğrencilerimizin velileri aynı sınıfta otizmli istemez.” Tabii, bütün okulları sırf para ödedikleri için veliler yönetiyor zaten!
- “Sınıf öğretmeni sınıfın düzenini sağlayamaz, zaten otizmli çocuk sınıfta durmaz ki?” Aynı anda hem sınıf düzenini sağlayabilen, her çocuğa öğretebilen gerçek eğitimci öğretmenlere, hem de zaman içinde gayet güzel ders dinlemeyi öğrenmeyi başarmış oğluma büyük hakaret!
- “Sınıflarımız zaten çok kalabalık, bir de sizin engelli çocuğunuza bakamayız!” İyi de ben bakım evi değil, okul arıyorum çocuğuma?
- “Biz kaynaştırma uygulamıyoruz.” Öyle mi, o zaman Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okul olmayıverin siz! Elimdeki kaynaştırma genelgesine bakıp gevrek gevrek gülen müdürlerden birinin, “öyle yasada yazması yetmez, velilerimizi ikna edemeyiz!” demişliği bile var!
Anaokul, ilkokul ve hatta ortaokul sürecinde kaynaştırmadan bihaber okul yöneticileri ve öğretmenlerin en büyük dayanağı, maalesef diğer velilerin kendi çocukları ile aynı sınıfta engelli, farklı gelişim gösteren, bizim durduğumuz noktada “o otistik çocuk”u kesinlikle istemiyor olmaları… Bucak bucak kaçtıkları gibi, punduna getirip bir de canımızı yakıyorlar!
Neler duymadım ki yıllar boyunca? İlkokul birinci sınıfta “bulaşır mı bu?” diyerek çocuğunu oğlumdan uzaklaştıran kör cahil anneyi mi anlatayım, yoksa kendi çocuğu oğlumu merdivenlerden attıktan sonra savunma olarak “eh canım seninki otistik ya, yapmıştır hak edecek bir şey!”diye söylenen anneyi mi? Veya dilerseniz Nazıma1OkulGerek kampanyası sırasında bana ve Özge Uzun Üst’e Twitter’dan ulu orta “hem düzgün çocuk doğuramamışsınız, hem de bizimkilerle aynı sınıfta okusun diye ısrar ediyorsunuz?” diye yazan insanlıktan nasibini almamış anneden de bahsedebilirim.
Tabii ki, böyle ebeveynler tarafından yetiştirilen çocuklar da oğluma pek iyi davranmadı, çocuklar sünger gibi, ne görürlerse onu uyguluyorlar. Yıllar boyunca kaybolan, yırtılan eşyalar, yok edilen montlar, dayak yemiş bir surat veya bütün gün dalga geçildiği için örselenmiş bir küçük ruh ile uğraşmak durumunda kaldım. Nazım Özgün’ü kendisini savunacak, ona “sen niye böyle tuhafsın?” diyen sınıf arkadaşına “ben tuhaf değilim ama sen tuhaf düşünüyorsun!” diyebilecek noktaya getirmem de hiç kolay olmadı. Bu yüzden toplumdaki önyargılardan kaynaklanan ayrımcılıkla başa çıkmak, çoğu zaman kendi çocuğumun haklı öfke nöbetleri ile başa çıkmaktan daha zor…
Ayrımcılık ve sürekli dışlanma hali, maalesef toplum tarafından yaşamın her anında bizlere dayatılan en büyük “engel”. Benim karşıma çıkan insanların çoğu, bir otizmlinin ancak bakıp taklit ederek öğrenebileceğini, dolayısıyla yaşıtları ile bir arada eğitim alabilmesinin tedavisi anlamında ilerlemesi açısından çok önemli olduğunu düşünmedi bile! Bir otizmli annesi olduğum için diğer annelerin kötü bakışlarına maruz kaldığım, bir merhaba’nın bile esirgendiği, bahçede parmakla “işte o otistiğin annesi” diye gösterildiğim günleri ise anımsamak bile istemiyorum.
Üstelik çok iyi biliyorum ki, biz otizm yelpazesi içinde çok şanslı ve azınlık ötesi bir gruba dahiliz. Otizmin nispeten gülen yüzü olarak adlandırılan Aspergerli oğlumu ve benzerlerini bir yana bırakırsak, bu ülkede yüz binlerce ağır otizmli çocuk, bırakın kaynaştırma ile okula gidebilmeyi, son derece yetersiz Otizmli Çocuklar Eğitim Merkezleri’nde eğitim alabilmek için yıllarca sıra bekliyor, o sırada eğitim yaşları geçiyor, çocuklar evlerde hapis, aileler çoğunlukla çaresiz. Mesleki eğitim veren iş okullarımızın sayısı koca ülkede sadece 8, bu durumda en fazla 15 yaşından sonra evine kapatılmış, toplumdan dışlanmış, yanında annesi olmadan hayatın kıyısında bile duramayan o kadar çok otizmli çocuğumuz var ki! Ailesi yaşlanan, hatta vefat eden otizmli bireyin nerede, hangi şartlarda hayatına devam edeceği ise koca bir soru işareti!
Otizmli bir çocuğun ilerlemesinde en büyük sorumluluk ailelerde, en ağır yük de annelerin omzunda! Otizmden etkilenen bireyin ve ailesinin her şeyden önce yalnız ve ötelenmiş bir hayata mahkum edilmemesi için, özellikle doğal gelişim gösteren çocuk ebeveynlerinin toplumsal yaşamı bizimle paylaşmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Son 8 yılda ailemiz haline gelen otizm topluluğu içinden sadece biri olarak rica ediyorum, gündelik hayatın içinde karşılaştığınız ağlayan bir çocuğu yargılayıp, annesine laf etmeden önce bir an nedenlerini düşünün. Çocuğunuzun sınıfında otizmli bir çocuğun da olmasının, farklılıkları yaşayarak öğrenecek kendi çocuğunuza da faydası olacağını lütfen unutmayın.
Bırakın, tüm çocuklarımız bir arada birbirlerine destek olarak, yaşamı paylaşarak büyüsün! Hem nereden biliyorsunuz bir sonraki otizmli çocuğun sizin çocuğunuzun kardeşi, komşunuzun oğlu, yeğeniniz veya en yakın arkadaşınızın çocuğu olmayacağını? Garantisi yok, riski çok büyük!
Şimdi bu yazıdaki tüm “otizmli” kelimelerini çıkarıp, yerlerine “farklı gelişim gösteren/down sendromlu/ celebral palsili / bedensel engelli vb.” kelimelerini koyun, göreceksiniz, ayrımcılıkla ilgili hiçbir şey değişmeyecek!
Çok şükür ki, son bir yılda özellikle sosyal mecra kanalları aracılığı ile yukarıdaki bahsettiğim “diğer veliler”e hiç benzemeyen, ayrımcılığın kendisinin ve çocuğunun hayatında var olmasına asla izin vermeyen standart dışı anne-babalar ve “biz her çocuğu eğitebiliriz” diyen okul yönetimleri ile de karşılaştım. Onların hepsi, benim en büyük umudum!
Eğer siz de “yaşamı paylaşmak, sorunları da paylaşmaktır” diyorsanız, işte gönüllü olarak katılabileceğiniz bir proje: Eğitim sürecinde uygulamada yaşanan sorunları ve kaynaştırma sistemini doğru uygulayan okullarımızı tespit etmek için, hassasiyetle konuyla ilgilenen anne-baba, eğitimci, öğretmen, özel eğitimci vb. farklı gruplardan dostlarla, gönüllü bir çalışma grubu kurduk.
#EngelsizOkul Çalışma Grubu‘muza katılmak için iremafsin@gmail.com’a bir mail atmanız yeterli.
Bugün benim için bir iyilik yapar mısınız lütfen? Sokağa çıkın, büyük olasılıkla kalabalıklar arasında hemen fark edeceğiniz özel gereksinimli bir çocuğa ve annesine, sadece sıcacık gülümseyin! Bazen bir dostça bakış, onlarca kelimeden daha anlamlı olabilir…
YORUMLAR