Bu yazı yüksek derecede kaygı barındırır…

Bazen oturup düşünüyorum. Başka yaşama ihtimallerini, başka coğrafyaları. Eskiden “gelecek kaygımız” vardı şimdi artık geleceği bıraktık, bugünden kaygılıyız diye düşünüyorum. Kaygılarımızın başlıkları çok çeşitli hangisini saysam.

**

Evimden çıktığım anda kaygılıyım mesela. Büyükşehirde yaşarken trafik sayesinde zaten bir yere varamıyoruz. Arabayı bırakıp toplu taşıma kullanmaya başlayalı çok olmuştu aslında ama şimdi her gün yeni bir alarm verilen metro duraklarında, rayından çıkıp etrafa saldıran metrobüslerle, otobüs durağında bekleyen 12 kişiyi öldüren otobüsleri de bildiğimiz için toplu taşıma konusunda da kaygılıyız… Kanat mı taksak, kıtalararası yürüyüşe mi vursak kendimizi belli değil.

**

Kalabalıklardan kaygılıyım kendi adıma. 3 kişiden fazlası bir araya geldi mi bir kuşku kaplıyor içimi. Bir araya gelen insan hayra alamet değil biliyorsunuz; her an bir şey için yürüyüşe geçebilir dolayısıyla da katledilebilirler. 3 kişiden fazla insanı ancak evimin salonunda görürsem kabullenebiliyorum.

**

Beton sevdasından, enerji müptelalığından fena halde kaygılıyım. Ofisimin penceresinden dışarı baktığımda sayıyla 1 adet ağaç bile görememek mi, eskiden deniz manzaralı olan şimdi yükseldikçe yükselen apartmanlar sayesinde yalnızca beton gören evimden etrafa bakmak mı tetikliyor bu durumumu bilmiyorum. İki ağaç görebilmek için şehirden en az 2 saat (trafiksizse) uzaklaşmam gerektiğinden belki de İğneada’ya nükleer deyince haberler tutamayıp kendimi ağlıyorum. İğneada sanki evimin bahçesi; o kadar koyuyor bu bana. Orada gördüğüm periler diyarına benzeyen ormanı düşünüyorum. Nasıl teskin olurum ki ben?

**

Oğlumun can güvenliği, eğitimi, bu toplum içinde huzurla yaşayabilme ihtimallerinin her biri için sayfalarca yazabilecek kadar çok kaygılanıyorum. Allah can sağlığı versin tüm çocuklara ama bu zamanda bu ülkede çocuk sahibi olmak akıllıca değil diye düşünüyorum sürekli. Çocuğun yoksa kendini nereye koysan yaşarsın. Paran olsa da olmasa da; evin barkın olsa da olmasan yaşarsın ve ölünce de bitersin sonunda. Çocuğun varsa bitmiyorsun ölünce. Hele de o senden önce ölürse.

**

9 yaşındaki Veysel Atılgan gibi, 12 yaşındaki Cemile Çağırga gibi, 12 yaşındaki Helin Hasret Şen gibi... ekmek almaya gidip de dönmeyen bütün çocuklar gibi. Berkin gibi. Ölüverirse çocuğun nerelere sığarsın bu acıyla. Daha kaç çocuğun ölüsüyle lanetlenebilir bir coğrafya merak ediyorum. En iyisi yekten yaşayıp yekten ölmek bana kalırsa. Ne kadar çok sevdiğin varsa o kadar zor kabullenmek yaşamın adaletsizliğini.

**

Sonra şunu düşünüyorum. Dünya denen şu mavi gezegende bu kaygılardan azade yaşayanlar da var. Gerçekten. Uzakta değil, Mars’ta değil. Uçakla birkaç saatlik mesafelerde. Bugün hava güneşli mi yağmurlu mu diye dertlenenler, doğurdukları her çocuk için 2 sene ücretli doğum izni alabilenler, 3 kişi 3000 kişi farketmeden toplanıp sokaklarda rahatlıkla yürüyebilenler, aklının tamamını kaygılardan azade kendisi ve ailesi ve hatta bilim ve sanat için kullanabilenler var.

**

Peki bizim suçumuz ne?


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Çok güzel yazmışsın Damlacım... İşte hepimizin duyguları.....
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.