Bir kısırdöngü...
YENİ bir yılın güzelliklerle geleceğine inanmayalı beri kendimi yetişkin hissediyorum. Işıklı yılbaşı süslerini sevsem de, hediye alışverişine ve temeli olmayan temize çekme umutlarına mesafeliyim, takvimin değişen rakamlarının herhangi bir fayda sağlayacağına inanmıyorum...
Dünya hep mi böyle kötü bir yerdi, yoksa yetişkin kafası mı böyle bir şey, onu düşünüyorum bir zamandır. Sonra dönüp yaşadığım toprakların yakın tarihine ailemden yola çıkarak bir göz atıyorum.
Babaannem 95 yaşında öldüğünde 3 çocuk ve 7 torun sahibiydi. 1. Dünya Savaşı zamanında ailecek Selanik’ten İstanbul’a taşınmışlar. Çocuklarının doğumu 2. Dünya Savaşı zamanına rast gelmiş. İstanbul’un nüfusu o zaman 984 bin 300 kişi. Babaannem ekmeğin karneyle alındığı o günlerde, gelinliğini kesip biçip çocuklara bez, örtü, giysi yapmak zorunda kaldığını anlatırdı. 20’li yaşlarının sonunda, evinde çamaşır, bulaşık makinesi olmayan, 3 çocuklu, 2 savaş, en az iki kanlı darbe, bir yarı darbe, bir e-muhtıra atlatmış bir kadın olarak yaşamış olmasına rağmen ruh ve beden sağlığını uzun yıllar korumayı başarabilmişti...
Babam 20’li yaşlarındayken (70’lerin başı) hukuk fakültesini kazanmış, fakat o zamanki sağcı-solcu çatışmaları yüzünden orada okuyamamış ve kimsenin elleşmediği antropoloji bölümüne yazılıp oradan mezun olmuştu...
O kendini siyasetten uzak bir yerlere saklarken 6 Mayıs 1972 şafağında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunda Deniz Gezmiş’in son sözleri yankılanıyordu: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!"
Aynı zamanlarda vatan haini ilan edilen Sevgi Soysal, “Yıldırım bölge kadınlar koğuşunda” mizah ve edebiyat vasıtasıyla direnmeye çalışıyordu otoriter rejimin onun ve binlerce başka insanın hayatını çekilmez kılan baskı ve tehditlerine... Yapılan son nüfus sayımında İstanbul’da 3 milyon 19 bin 32 kişinin yaşadığı tespit edilmişti.
Ben doğduğumda yıl 1980’di... Henüz 3 aylık bebekken, bu ülkenin gördüğü en zorlu günlerin içine düşmüşüm. 517 kişinin idam cezası aldığı, 50’sinin asıldığı, 30 bin kişinin sakıncalı olduğu için işten atıldığı, 30 bin kişinin siyasi mülteci olarak yurtdışına gittiği, 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendiği bir zaman diliminde doğduğumun farkında değilim annemin kucağında pışpışlanırken.
Başlangıcı böyle olunca devamında yaşananlara da şaşırmamak gerekir belki de... Son 18 ayda canımızı acıttıkça acıtan bombalı saldırı haberleri de darbeyle başlayan hayatımın kanlı tarihine eklendiler. 2015 nüfus sayımında İstanbul’un nüfusu 14 milyon 657 bin 434 olarak kayıtlara geçti.
Üç nesillik aile tarihçemize bakınca gördüğüm şey yenilenen senelerin, iyilik ya da gelişme ya da medeniyet ya da huzur ya da barış getirmediği... Yetişkin olan her neslin, dış kaynaklı, şoke edici, hayatı zorlaştıran, kısacası palazlanmaya, bir şeyleri birkaç adım öteye götürmeye vâkıf her neslin kafasına bir balyoz yediğini görüyorum... Yeni yıllar, insanlığımızı temize çekmeye yetmiyor sanki.
Şairin de dediği gibi:
Değişen ben değilim
dönüşen savaş,
artık zaman bile yetmiyor
yaşadığımızı sanmaya,
yine de ışıklar bu kenti
güzelmiş gibi gösteriyor geceleri...
YORUMLAR