İçiniz betonlaştı mı dersiniz?
“Dış doğa nasılsa, iç doğamız da ona dönüşür” diyor Asu Mansur, Geleneksel Türk Khamlığı’nı anlattığı kitabı Şaman Aynası’nda. Bu onun ikinci kitabı.
İlk kitabı Şaman Gözü ile şamanizmin temel kavramlarını ele almıştı. Her iki kitap da “Nasıl insan olunur?” yol haritası gibi okunabilse de ikinci kitapta çok daha kapsamlı, derin ve uzun sürmüş bir içsel çalışmanın işaretlerini görmek mümkün. Şaman Aynası yaşam denilen bu Can(lı)lar ağındaki yerimizi anlayabilmemiz için omuzlarımızdan tutup nazik bir biçimde sarsan bir manifesto bana kalırsa...
Çünkü biliyorum. Biliyoruz. Hepimiz.
Nehirleri kirlettikçe dünyayı hasta ettiğimizi, ağaçları kesip yerine beton kuleler diktikçe içimizin betonlaştığını, şehirlerde üst üste yığılmış şekilde yaşamanın ruhumuzun derinliklerinde sebep olduğu çölleşmeyi biliyoruz. Asu Mansur da, kendi öğretisinin ışığında, diğer tüm kadim bilgelikler gibi bize bunu hatırlatıyor. Yeni bir bilgi değil bu. Bildiğimiz ama kafamızı öte tarafa çevirip bilmezlikten geldiğimiz, bildiğimiz ama önemsemeyi bilmediğimiz, bildiğimiz ama uygulamayı bilmediğimiz: Dünyanın, evrenin ve içindeki tüm unsurların ruhu olduğu dolayısıyla da hepimizin BİR olduğu kavrayışı...
Onların ruhlarını görmezden geldikçe, hor kullandıkça, haklarını teslim etmedikçe, yıkıp yağmaladıkça aslında kaybedenin insan olduğunu biliyoruz. En şuursuz insan dahi bunu biliyor, kalbinin bir milimlik bir köşesinde belki. Bu yağmalayışın kendi ruhumuzdan, vahşi benliğimizden ayrı düşmek anlamına geldiğini biliyoruz.
Peki biliyor musunuz, kendi vahşi benliğimizden ayrı düşmek ne demek?
Bu ayrılık hiçbir ikame ile dolmayan bir özleme, hiçbir merhem ile iyileşmeyen bir yaraya dönüşüyor insanın içinde. Bir şeylerle doldurmaya, tıkamaya çalışıyor ama beceremiyoruz. Kimi paket paket sigara içiyor, gibi iktidar hırsıyla geçiriyor tüm hayatını, kimi bir türlü yeterince sevemediği sevgililerin peşinde, kimi bitmeyen kredi kartı borçlarına rağmen bir sonraki alacağı şeyin hayalinde. Sahte ikameler, yaranın kaynağını iyileştiremiyor. Yaşadığımız yerler de o yaranın bedenlenmiş hali.
İstanbul’u düşünüyorum.
Beton jangılı, iktidarın muharebe meydanı, egsoz kokan, ağaçsız, dereleri ve akarsuları kirletilmiş, kıyılarından denize girilmeyen, mekanik seslerle dolu, sürekli acelesi olan, sürekli ötekinin önüne geçmeye çalışan, sinirli insanlarla dolu, dopdolu.
Gökdelenlerin güneşi ve rüzgarı engellediği, sıcağın ise bunlarla iyice kaynadığı, yüksek yüksek evlerde konserve kutular gibi üst üste yaşadığımız bir kuyu. “Molloch” der Alman lisanı, dipsiz, karanlık kuyu...
Biz böyle bir yaşam yaratmayı mı istemiştik? İki kıtalı şehrin ve insanının hak ettiği bu muydu?
Gelişim, ilerleme, teknoloji, medeniyet bu muydu? Sanırım bazı kavramların peşinden koşarken bunların bedelini hesap edemedik. Hesap kitaptan başka insan olmanın, bir canlı olarak diğer can’larla bu yaşamı paylaşmanın adabını da unutmuşuz gibi görünüyor.
Doğa ile kopan, beton, asfalt, ekran, kredi kartı arasına sıkışan bu yeni yaşam anlayışının hayatımız olarak kabullenmek yerine, vardığımız yerin farkına vararak onu düzeltebiliriz. Gücümüz var.
Asu diyor ki:
“Doğa denge işidir. İnsanlar dışında bütün canlılar, nereye neden ait olduklarını bilirler...”
Peki biz nasıl unuttuk?
İstanbul’dan çıkıp Ege’nin kuzeyinden güneye doğru inen yol üzerinde aklımdan sürekli bu soru geçiyor. Kitabı okumamın bu seyahate denk gelmesi de manidar benim için. Hiçbir şey tesadüf değil.
Yol boyunca bu unutuşun hunhar emareleri her yanda. Canım acıyor desem, yeterince ifade etmiş olamıyorum.
Canım Anadolu’nun ormanlarını tırım tırım yiyen imar barışı sonuçlarını; yeryüzünü yıkayıp temizleyen, can taşıyan nehirleri zapt-ı rapt altına almaya çalışan barajları, her küçük kasabayı apartmanlarla dolduran, bir minik şelalenin yangına teşne kıyısında mangal yapıp bir de giderken çöplerini oraya bırakan, ormanların içinden geçen yolları doymaz bir ısrarla genişleten büyüten, viyadüklerle devleştiren bu hale nasıl vardık? Biz? Türkler? Ne ara koptuk yüzyıllar önce adımız gibi bildiğimiz bu bilgiden, adaptan, anlayıştan?
Asıl bilgiyi, var olmanın, insan olmanın, canlı olmanın, mükemmel bir sistemin bir parçası olmanın verdiği güzelliği nerede bıraktık da kendimizi onun hakimi sanmaya başladık?
“Doğa yaşayan, soluk alan, yüce bir varlıktır. Organları, damarları, sıvıları, saçları, gözleri, sesi, ağzı ve ruhu vardır...” diyor kitap.
Bir de:
“Doğa bütünüyle sevginin ürünüdür, çünkü yapısında kendisini yok edebilecek hiç bir canlı yoktur. Bu kusursuz sevgi dolu yapıyı öz hayatımızda taklit edebildiğimiz takdirde muhteşem değişimlere zemin hazırlamış oluruz.... Tümüyle sevgiden meydana geldiği için, bizlerin de içinde sevgiden başka bir şey var olamaz ve her canlıya merhamet beslemeye başlarız.”
Dileğim o ki bu bilgi yeniden cana gelsin ve hatırlatsın kendini en unutmuş ruhlara dahi... Dileğim o ki biz Anadolu’yu bitirmeden önce dönelim bu tüketim yolundan.
Can’ı can olarak görelim, mal olarak değil... Böylece kendi canımızı da hatırlayalım. Bir olduğumuz.
Teşekkürler Asu Mansur; bütün bu zor hakikati ak bir yoldan, nezaketle hatırlatmaya çalıştığın için...
Kızılderililerin söylediği gibi Mitakuye Oyasin! (Hepimiz birbirimize bağlıyız)...
YORUMLAR