Birbirimize sahip çıkmayı başarabilecek miyiz?
Biz nasıl toparlanacağız?
Hepimiz bu soruyu birbirimize soruyoruz. Sokaktaki bakışlarımızla, sosyal medyadaki kısıtlı yorumlarımızla, serzenişlerimizle… Başka konularda başlayan sohbetlerimizin beşinci dakikasında konuyu memlekete getiriyoruz. Büyüklerimiz de getirirdi ama sanki bu defa başka, ne dersiniz?
Bu bir siyaset yazısı değil. Bu, toplumun geçirdiği değişimin 45 yılına, kendi yaşamıyla şahitlik etmiş sade bir vatandaşın hatta vatandaş olmakta çok da bir iddiası olmayan insanın kendi kendine düşünmesi, düşünürken yazması. O kadar. Zaten, yapabildiğimiz de bu kadar. Zaten, sorun da bu. Tek yapabildiğimizin konuşmak ve şikâyet etmek olması ama bir türlü elimizi taşın altına tam olarak koyamayışımız, koyup da kendini ateşe atanın ardından bakışımız. Altına el konacak taş halen varken, taşı-toprağı koruyamayışımız. Sorun, çok büyük. Peki, çözüm de o kadar büyük mü? O kadar uzak mı?
Düşünüp duruyorum. Yetersiz hissetmenin dibine vuruyorum. Hissettiğim duygular bir ipin ucunda, ben onları çekip bakıyorum. Özlem, hüzün, usanç, öfke, sevgi, merhamet, bıkkınlık, suçluluk, yetersizlik… “Ay ben hiç okuyamıyorum öyle haberleri” diyenler aklıma geliyor. Hayır, onlardan hiç olmadım ama bunun bir ortası olmalı. Ne onlar gibiyim ne de işe yarayanlardan biri. İş zaten o boyutu çoktan aştı. Sosyal medyada paylaşım yaparak rahatlatamıyorum kendimi. “1 kişi bile görse, o da 10 kişiye gönderse, 100 kişi bile görse, bilinçlense…” diye diye yaptığım hesaplar artık karnımı doyurmuyor. Yılgınlığı tehlikeli buluyorum ama kendimi yılgınlığın kıyılarında buluyorum. Hayır! Bu değil. “Ey, Türk Gençliği!” geliyor aklıma. Peki nasıl?
Çalkalanan zihnim, bedenimde gezinen duygularım beni bir noktaya getiriyor. Hatırlıyorum. 40 yıl öncesini hatırlayabilmenin tuhaflığını hatırlıyorum. Sonra asıl hatırladığım şeye dönüyorum. Şeyler bütününe, değerlere…
“Nasılsınız, iyi misiniz?”
“İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?
Bunu öğretiyordu bana annem, babam, büyüklerim. Bunu öğrenmekte olan bir küçük kız çocuğu, büyüdüğünde çocuklarını hiçbir şeye zorlamamak, onun kararlarına saygı duymak gibi çocuk yetiştirme anlayışlarının ortasına düştü. Asıl mesele bu da değildi. Bu, bireyselliğin yüceltildiği bir kültürün göstergesi olan bir detay. Asıl mesele, ortasını bulmaktı. Mesele, tüketimi teşvik edip kendi ürünlerini pazarlamak için dünyayı ele geçiren bir dev ülkenin kültürümüzü de ele geçirmesiydi aslında. Bunu hiç fark edememizdi ve birbirimize sahip çıkmamamızdı asıl mesele. Telefonu “hoşça kal” demeden çat diye kapatan havalı Amerikan film karakterlerinin hareketlerini marifet sandık. İncelikleri on yıllar içinde böyle kaybettik. İncelikleri, pazarlanan ürünler gibi hızla tükettik. İşgale uğradık ve bunu kabul ettik.
Hatırlıyorum. Bayramdan bayrama ayakkabı alınmasının normal kabul edildiği hatta lüks bile olabildiği ama bundan kimsenin utanmadığı bir toplumduk. O ayakkabılar da ya hakiki deri ya da yıllarca giyilebilecek sağlamlıkta olurdu. O toplum, polyester değildi, kötü kokmuyordu.
40 yılda bir insanda ve bir toplumda ne çok şey değişiyormuş. Hüzünleniyorum. Hayır, hüznü uzatmıyorum. Bu sefer zihnimde kalmaya gayret ediyorum.
Birlik, beraberlik, dayanışma… Kelimeleri zihnimde çevirip duruyorum. Birlik neydi?
“Sevgi neydi? Sevgi; emekti.”
Bu repliğe bunca gönlünü koymuş bir toplum, nasıl bu hale geldi? Bu hale gelmeye nasıl izin verdi?
Birlik, beraberlik, neydi?
Bıçaklarla, satırlarla, baltalarla, benzinlerle, kezzaplarla, tabancalarla, tüfeklerle, ihmallerle, umursamazlıklarla, paraya tapmalarla bugünlere gelen toplum, nasıl bu hale, nasıl bu hale, nasıl bu hale gelmişti?
Sevgi neydi?
Sevgi, birbirini sahiplenmekti.
Bir anne, oturma eyleminde. “Neredesiniz?” diye sordu, soruyor.
Neredeyiz, ilerleyen günlerde hep birlikte göreceğiz.
Nerede olmak istediğimizi, umuyorum ki hepimiz önümüze şapkamızı alıp artık gerçekten düşüneceğiz.
Ya toparlanacağız, ya toparlanacağız.
Çünkü biz bu değiliz!
YORUMLAR