Tanrıcılık oyunu

İnanır mısınız, acı hep vardı.


“Bu cümle neden bize yöneltildi? Bunu bir tek sen mi biliyorsun?” diyebilirsiniz. Derseniz, haklısınız. Aslında kendim dahil hepimize söylüyorum. “Acı hep vardı” demek, aslında “Demek çok üzüldünüz, öyle mi? Peki, şunlar şunlar olurken neredeydiniz?” diyen öfkeli bir iç ses. Bu, şok yaratan acılar karşısında çok yoğun duygular hisseden halimize adeta üstten bakan bir hal. Sorumluluk duygusunu bırakın, insan olmanın çok uzağında olanlara karşı pek bir şey yapmamış olmanın getirdiği ağır suçluluk. Oturduğu yerde üzülebilme konforu olanlara “Şimdi kabımda sana yer yok, ne halin varsa gör, beni meşgul etme” demek. Zamanında gerçekleşmiş, küçük toplulukların ve hatta tek bir kişinin bile* acı çekmesine sebep olan organize kötülük karşısında harekete geçmemiş olmanın verdiği suçluluğu yaşamak. Kısacası, adaleti bir ilke olarak kendi hayatına tam manasıyla katmamakla yüzleşmek...

(*buradaki gibi sıkça kullanılan “Tek bir kişinin bile” ifadesi aslında ne gaflettir. Bir kişi, bir candır. Bir kişiye karşı işlenen suç, insanlığa karşı işlenmiştir.)


Tüm duygularımın bir karışımı gibi hissettiğim şey, öfke… Hala öfke… Öfke bende o kadar belirgin ki, zihnimin kumanda odasını ele geçirmiş durumda ve depremlere dair rastladığım birçok detay, zihnimin içinde yeni kavgalar üretiyor. Belki de zaten olması gereken bu, belki de zaman henüz kavga zamanı… İnşa etmek için önce kavgasını vermem gerek. Yeter ki “keskin sirke küpüne zarar” denecek hale gelmeyeyim. Hüzne ve umuda kısa kısa yer verip geçiyorum. Zihnimiz böyledir. Oradan oraya atlar, kendi ürettiği çağrışım labirentlerinin içinde kaybolur. Kendisiyle ettiği kavgayı başkalarının hayali üzerinden yaşar. Bilinçdışının yönetmen koltuğunda oturduğunu ise bir çoğumuz artık biliyoruz.


Yani, ilk başta yazdığım cümle, bir öfke cümlesi. “Bizler, acıların peşinden gidip dünyayı değiştirmeye çalışan insanların dışında kalan ortalama güruh! Aslında, elimizi taşın altına koymadığımız ne çok acı vardı.” diyen. “Zamanında görmezden geldiğiniz veya cılız sesler çıkardığınız acılardan bir demet geldiğinde sormayın, bu neden yaşandı diye sormayın” diyen.


Sonra da “Sosyal medyada paylaştık ya. Fazlası bizi aşar. Görevi olanlar yapsın. Başımıza bir iş gelir.” diye cevap üreten. Hepsi de benim zihnimin içinde. Hepsi de bu tiyatronun oyuncuları. Ama dostlar, 6 Şubat’tan beri gördüğüm çoğu insanın hali de bu artık. Neyse ki ve maalesef yalnız değilim.


“Sosyal medyada paylaşmak dışında ne yapabiliriz ki?” diye bana cevap veren hayali seslere yine cevap veriyorum. Duramıyorum. “Korkmayabiliriz mesela. Korku duygusunu tutup bir kenara kaldırdığımızda neler olabileceğine bir bakabiliriz.” diyorum.


Ne kadar acizim. Farkındalıkla bakmaktan daha başka bildiğim bir fren yok. “Bu bir düşünce. Bu sadece bir düşünce” diyerek zihnime, “nefesim kısalmış” diyerek nefesime, “Sırtım kaskatı” diyerek bedenime dikkatimi getirmekten başka uzanabildiğim bir yer yok. Sezgilerim asıl rehberim. Ruhumun sesini duymaktan uzaklaşırsam diye adeta ödüm kopuyor. Akıllıca kararlar vererek dayanışmaya işe yarar ufak bir katkı sunmak, böylesine büyük bir kolektif acı karşısında yanan yüreğime su serpse de yetmiyor. Yangın büyük.


Öfke diyordum… Böylesine yoğun bir duygunun etkisindeyken akıl yürütmek, fikir damıtmak pek de kolay olmuyor. Yine de biraz düşünmeye başlayabiliyorum nihayet. Duvardan duvara çarpmadan, bir akışa giriyor zihnim. Umarım bir yere varırım.


Deprem, milyonlarca yıllık yer kabuğunun bir gerçekliği. Yer kabuğunun üzerine kurduğumuz kendi gerçekliğimiz ise yıkıldı.


Kendi gerçekliğimiz, bir işleyişten ve birtakım işlerden oluşuyor. Yaratan değil, yaratılanları bir araya getirerek üretim yapan olmamızdan dolayı, yapım yani eylem aşamasına dair bazı gereklilikler doğuyor.


Kısacası, herkes işini doğru yaptığında işleyen bir yaşam sistemi söz konusu. Çünkü biz bunun “Yaratıcı” tarafı değiliz. Her şeyi kapsayan mutlaklığın ta kendisi değiliz, bir parçasıyız. Dengeyi bozduğunda yıkıma götüren tarafız. Bunu bir anlamamız gerek. Birtakım gerçeklikler yaratmaya dair küçük deneyimlerimiz ve başarılarımız, bunu ancak bir araç ve suret olarak yapabildiğimizi sıkça unutturuyor. Yaratıcı olduğunu sanmaya dair had bilmezlik, bilmediğin şeyler olabileceği gerçeğini unutmaya sebep oluyor.


Aslında, topluluklarda herkesin sadece işi olanı yapması ve işi olanı layıkıyla yapması üzerine basit bir kural var. Tıpkı karıncalar gibi. Cerrah olmaya soyunmak insan hayatına mal oluyorsa, sokakları süpürmek bundan daha önemsiz değil. Çünkü yerdeki paslı çivi birinin ayağına batabilir. Din, bu aslında. Tıpta bile “Önce zarar verme” ilkesi varsa, yani “Zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, sana öğrettiğimiz iyileştirme yöntemlerinden daha öncelikli.” deniyorsa, bazı evrensel ilkelerin insan denen varlığın iradesinden önce geldiği, daha doğrusu her şeyi kapsadığı söylenebilir. Aksi halde her bir insan tanrıcılığa oynama cüreti gösterebilir.


Düşünüyorum, fikir üretiyorum, sinirleniyorum, yine fikir üretiyorum, üzülüyorum, az önce ürettiğim fikre dair umudumu erteliyorum, yeni bir yol bulmaya çalışıyorum, kaskatı kesiliyorum, şefkatle doluyorum, bir fikir daha buluyorum, hüzünleniyorum, kalkıp saatlerce bir şeyler yapıyorum, sonra bir yavaşlıyorum, bir fikir daha buluyorum, dişlerimi sıkıyorum…


Öfke… Yine öfke, hala öfke…


Ama işte, sinir sistemim bana lazım. İşe yarar veya zarar vermez halde bir insan olarak kalabilmem için sağlıklı işleyen ve dengelenebilen bir sinir sistemine ihtiyacım var. Duygularım ise çok yoğun. “Acı çekiyorum” demek bu halin tanımı değil artık. Kolektif bir acının parçasıyım. Bu parça ise tüm kederi, tüm hüznü, tüm pişmanlıkları kapsayan bir öfke hissediyor. Ben bir parça isem, bu öfke ile dönüşeceğim. Ben dönüşürken, etrafımı da dönüştüreceğim. Öfkemi işe yarar bir enerji olarak kullanmam gerek. Sinir sistemimi de ancak bu şekilde dengeye getirebiliyorum, vicdanımı da. Dünyanın bütün acılarının yasını bir kere tutmadıkça, her şeyden sorumlu olmasam da tüm acıları günde en azından bir kere yad etmeye vakit ayırmadıkça, böylece belki de sağaltım yaşayıp akıl yürütebilecek hale gelmedikçe, kalbimden gelmiş geçmiş tüm acıları geçirip insanlığımı hatırlamadıkça bu dünyada bana rahat yok. Olmasın da zaten.


Tanıdığım insanlara, aldığım eğitimlere, gittiğim yerlere, bir şeyler öğrendiğim hatalarıma, temas ettiğim şeylere verdiğim emek hatırına, bana verilmiş olan yaşama hakkının bundan sonrasında, tüm acıları her gün hatırlayacağıma söz veriyorum. "Atalar"ı anıp duruyoruz ya hani, işte o atalar çok kalabalık. Gelmiş geçmiş acılar çok. Ders almak dedikleri de atalardan bir şeyler öğrenmek değil miydi aslında? Ne öğrendik peki? İnsanlık tarihinin 6 Şubat 2023’e kadar olan kısmında bizler pek bir şey öğrenmemişiz, belli ki. Peki şimdi artık, ne öğrendik?


Ne öğrendik?


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir daha cok yazmalisiniz
    CEVAPLA
  • Misafir ne guzel yazmissiniz
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.