Kalbe giden bir gezi yazısı
"Uzun zaman önce canlı ağaçlara derin bir bağlılık duyulurdu. Ölme ve yeniden haya dönme yeteneğini simgeledikleri için bunlara kıymet verilirdi. Sıcaklık ve yemek pişirmek için yakacak odun, beşikler için ahşap, yürümek için baston, korunmak için duvar, ateşli hastalıklar için ilaç, hatta uzağı görmek için tırmanılacak ve gerektiğinde düşmandan saklanacak yerler gibi insana sundukları hayat verici her şey için saygı görürlerdi. Ağaç aslında büyük bir vahşi anaydı..." *
Bunun ne demek olduğunu çok iyi anlıyorum. Şu dünyada güzel bulduğum, kendimi iyi hissettiğim neresi varsa, oralar hep ağaçlarla bezeliydi. Evime yakın olan, denizin doldurulduğu sahildeki gibi, kısa, ayrı, ehlileştirilmiş ağaçlarla yetinmeyi bilsem de bazen, kökleri dünyanın derinliklerine, yaprakları göklere uzanan ulu ağaçlar, bu ağaçlardan mürekkep sık bir orman benim için cennet tanımına en yakın şey...
İşte tam da bu ihtiyacım ayyuka çıkmışken, Kaz dağlarına, Brezilya Amazonlar'ına, babamın yaşadığı Bursa Orhangazi'ye bağlı Ortaköy'ün arka yolundaki ormanın ihaleyle satılıp kesimine başlandığına, Kadıköy'deki ağaçların uğradığı tırtıl akınına ayrı ayrı üzülürken vardım Macahel'e...
Gürcistan ile Türkiye'nin sınırında; ormanlarla birbirine karışmış, Karçal dağlarının kucak kucağa Karadeniz'e uzandığı, sarp yamaçlarla örülü vadilerden, el değmemiş, binlerce yıllık ormanlardan meydana gelen bu bölgeye sevdalandum :)
Şimdi, onun o güzelliğine, kalbimde uyandırdığı coşkun, saf, vahşi hislere layık olmaya çalışarak anlatmak istiyorum gördüklerimi, deneyimlediklerimi... Haddim olmayarak. Ve bir yandan da umarım çok da güzel anlatmam, insanlar oralara gitmezler, otoyollar ve tüneller yapma peşine düşmez betona tapanlar, umarım zamanın ruhsuzluğu yok olup gidene ve insanoğlu için doğayla bağlantıda olduğu yeni bir devir açılana kadar kan emicilerin radarlarından uzak kalmayı başarır, diye dua ederek yazıyorum bu yazıyı...
Ruh Evine Dönmek:
"Ev nerededir sorusunun yanıtı karmaşıktır. Mekandan çok zaman içinde bir yer, kadının kendisini tek parça hissettiği bir yer. Ev, başka bir şey zamanımızı ve ilgimizi talep ettiği için bir düşünce ya da duygunun kesilmek yerine devam ettirilebildiği bir yerdedir. Kimi için ev bir ormandır, bir çöl, bir deniz. aslında ev holografiktir. Tek bir ağaçta, bir çiçekçinin vitrinindeki kaktüste, durgun bir su havuzunda bile tüm kudretiyle görünür."**
Yolculuk iki güzel kadının çağrısının kalbimde karşılık bulmasıyla başladı. Zeliha (Albay) ve Elif (Özkoç) "Hadi dağlara gidelim, yoga yapalım, şifa bulalım" diye bir davet koydular ortaya... Bu çağrı bana ruh evime dönmem gerektiğini hatırlattı. Tamam, dedim duyduğumda. Uzun zamandır doğa ile baş başa, sessizliğin sonsuzluğu içinde görevlerim ve rollerimin gerekleri ötesinde, kendim ile olabileceğim, yeşili, maviyi kana kana içime çekebileceğim bir zamana ihtiyaç duyuyordum. Yola koyuldum.
Anne tarafından Karadeniz'li olan lakin 3 nesildir İstanbul'da yaşayan ailemin köklerinin uzandığı bu dağlar uzun zamandır ilgimi çekiyordu. Lakin bilirsiniz dünyada ne kadar kadın varsa, ilgisini, merak ettiği şeyi ertelemesinin, her şeye zaman, para, enerji ayırırken kendisini, derinlerden çağıran bu sesi duymazlıktan gelmesinin de o kadar çeşitli yolları var. Hep yapılacak işler, gidilecek yerler, önem sırasında ötekilerden öne geçen başkaca aktiviteler oldu. Bütün bu mazeretler birleşip, senelerdir özlediğim fakat hiç görmediği Doğu Karadeniz dağlarına gitmemek üzere duvarlar olmuşlar önümde. Hayat işte.
Bütün sene boyunca onlarca kadına, iç seslerini dinlemeyi anlatsam da kendiminkini duymadıklarım, dinlemediklerim oluyor benim de; elbette...
Zaman kazanmak, yaşamı kaybetmek
Yol uzak. Her yere uzak. Çok şükür ki uzak. Hele ki son 2,5 saati, kıvrıla kıvrıla dağ yollarından gidiyor, bir tarafı uçurum, bir tarafı dağın duvarı, ancak tek arabanın geçebildiği yollardan geçilerek varılıyor Macahel'e. Bir yere varmanın zor ve zahmetli oluşu o yerin saflığını koruyor. Tam da bu yüzden rastgele övünülen duble yollardan, "yolları kısalttığı" için alkışlanan dağ tünellerinden hazzetmiyorum. Duble yollar ve tüneller sayesinde "zaman kazanırken" biz hızla geçtiğimiz bölgenin ruhuna hiç değmiyoruz.
Dağlar delinip, tüneller açıldıkça, otomobille girdiğimiz karanlık tünellere hapsoluyoruz, ne dereyi görebiliyoruz tünelden giderken, ne de uçan kuşları. Tüneller karanlık...
Bunları yazarken aklıma Michael Ende'nin kitabı Momo geliyor. Belki bilirsiniz. Momo hikayesinde bir bölgeye gelip oradaki halka zaman tasarrufu vaat eden, herkesin dikkatini zamandan tasarruf etmeye çeken ve bu şekilde hepsini kölelere dönüştüren bir şirketten bahsedilir. Bu şirketin vaatlerine kanan ve zaman kazanacağız diye adım adım gölgelere dönen insanların kurtarabilecek tek kişi zaman kazanmak ile ilgilenmeyen küçük bir kızdır. Dinlemeyi bilen, acelesi olmayan bir küçük kız...
İşte Macahel tam Momo'ya göre bir yer. Asfalttan, betondan, standart yaşamlardan, fabrikasyon kahve dükkanlarından, parıl parıl binalardan, suni telaştan uzak... Yıldızlara yakın.
Orman kendini korur:
Macahel bölgesinin Türkiye'ye ait 6 köyünde Gürcü kökenli insanlar yaşıyor. Birçoğu ancak ilkokula başlayınca öğrenmiş Türkçe'yi, konuşurken kelimeleri yuvarlamalarından anlaşılıyor.
1921 yılında Türkiye ve Gürcistan arasında sınır çizilirken yapılan referandumda 6 köy Türkiye'yi 12 köy Gürcistan'ı seçmiş kendine. Kardeşler, ayrı ülkelerde kalsalar da dert etmemişler, gidilip geliniyormuş teklifsizce. Daha sonraki yıllarda Rusya'nın başına Stalin gelince sınırlardan geçmek yasaklanmış. Aileler, akrabalar ayrı düşmüşler. Macahel'e en yakın merkez Batum.Türkiye sınırında kalan köyler için Batum'a gitmek yasaklanınca, gidebilecekleri en yakın yerler 13-14 saatte inilen Borçka, at sırtında 3 günde inilen Hopa olunca dağ yollarının yapıldığı, arabaların işlemeye başladığı 1960'lı yıllara kadar izole bir halde yaşamış Macahel halkı. Bu izolasyon hayatlarını zorlaştırdıysa da birbirlerine kenetlenmelerini sağlamış. Birbirlerine ve yuva bildikleri dağa derin bir sadakatle bağlanmışlar.
İşte onlardan biri olan gezimizin rehberlerinden Mikail anlatıyor. Mikail.
"Burası Devletin ve Allah'ın unuttuğu bir yer" diyor... "Oh" diyoruz. "Allah unutmaz da devlet iyi ki unutmuş." Allah zaten nereye baksan orada parlıyor böylesi şahane bir tabiatın içinde. Yeşille bezeli dağlardan, onların vardığı gökyüzünden, arada bir aşağıya inip, dağın etrafına bir bileklik gibi sarılan buluttan, sesiyle içimi yıkayan dereden müşfik, cömert, yumuşacık, vahşi, sevgi dolu bin bir yüzle bakıyor Yaratıcı hepimize...
Mikail anlatıyor:
"Biri hasta olup da doktora gitmesi gerektiğinde 100 kişi toplanır, 14 saatlik yola taşırdı onu sedyeyle ya da ne varsa artık... O yüzden biz burada birbirimiz için varız. Birbirimizi de Macahel'i de biz koruruz" diyor; benim sömürgeci düzenin bölgeye ulaşmasıyla ilgili endişeli sorularıma cevap olarak.
Kafamdaki tilkiler bitmiyor; yangın gündemiyle içimin yandığı bir yazdan yeni çıkmışım, daha çoğunun külleri bile soğumamış:
"Ya yakarlarsa, diyorum, otel yapmak için, maden aramak için yakarlarsa" Memleketin dört bir yanında neler oluyorsa hepsi gözümün önüne geliyor...
"O zaman da, doğa kendini korur" diyor Mikail. "Buradaki ormanlar hep ıslaktır. Ağaçlar çeşitlidir, sadece kolay yanan ağaç değildirler, nemlidir, yanmazlar"...
İçim rahatlıyor.
Gerçekten de her yerden sular fışkırıyor, dağlardan, duvarlardan sular iniyor, bulut iniyor, şelaleler çağıldıyor Macahel'de. Hala. Bu ülkede. Bu düzene rağmen, böyle bir yerin olması, kalbime çok iyi geliyor.
Aşkın türlü halleri:
Kalp demişken. Aşkın türlü türlü hali var. 40 yaşıma bir kala Aşk'ın sadece diğer bir insanda aranmayacak kadar büyük, kapsayıcı, besleyici, tamamlayıcı bir his olduğunu idrak ediyorum.
Aşk bazen el değmemiş doğa, demek.
Dik yamaçların vadilerle birleştiği, yeşilin maviye değdiği, hani o çocuk şarkısındaki gibi:
"Kestane, gürgen, palamut, altı yaprak üstü bulut..." biliyorsunuz hepiniz.
Şimdi aşk böyle bir şey benim için.
Derdi unutmalık bir yer Macahel. Pür tabiat, vahşi doğa. Clarissa'nın dilime pelesenk olan kitabında 500 sayfa anlattığı şeyin ta kendisi. Kurtlarla Koşmak için, vahşi benlikle temas etmek için mükemmel bir yer...
Her türlü suni konfordan, şatafattan uzak, paketlenmemiş, hormona bulanmamış, genetiğiyle oynanmamış bir vaha; glikoz şuruplu, egzoslu, betona tapan uygarlığın içinde kalmış belki de son ütopya...
Neye ihtiyacın var?
Elif ve Zeliha iki şifacı kadın. İçlerindeki çocukla, içlerindeki vahşi tarafla teması sağlan tutmuş iki güçlü rehber. Onlarla çalışmak, içsel toprakların vahşi batısında at sürmeye benziyor. Anahtar sorularla, kalbe giden yolu açıyorlar zaman zaman. Elif soruyor:
"Neye ihtiyacın var? Kendinin en iyi haline ulaşabilmek için? Kapasiteni en yükseğinden yaşayabilmek için, özgürce sevebilmek, oynayabilmek , üretebilmek için neye ihtiyacın var?"
Şimdi, o yeşil cennetten geri, beton şehirdeki hayatıma geri dönünce biliyorum ki,
Çok daha fazla doğaya ihtiyacım var.
Sessizliğin içinde kendi kalp atışımı duymaya,
zifiri karanlık bir gecede uyuyup, sabahın ilk ışıklarıyla zımba gibi kalkmaya,
bir dereye bakan patika yolun herhangi bir yerinde, toprağa oturup, çıplak ayaklarımla toprağı hissederken zihnim dere gibi akmayı idrak edene kadar aval aval bakmaya ihtiyacım var...
Günde 8-10 kilometre yol yürüyüp hiç bir yere varmamaya,
siyah bir çoban köpeğiyle arkadaşlık etmeye,
musluktan akan suyu içmeye,
sessizliğin içindeki sonsuzluğa kendimi bırakıp, kendimden özgürleşmeye,
bir ağacın dibinde oturup ona hayatın nasıl yaşanacağını sormaya,
bir yolda giderken çalıların önüme uzattığı böğürtlenleri yemeye,
70 yaşından bir dedenin fındık toplamaktan dönerken kendi kendine konuştuğu ana şahitlik etmeye,
zehirlenmemiş topraklarda yetişen hakiki besini yemeye,
akşam olunca tulumun, panduli'nin, flütün sesiyle birlikte söylenen şarkılara eşlik etmeye ihtiyacım var...
Ve Kenan:
Dış doğa nasılsa iç doğa da ona benzermiş. Macahel’in insanları da kendisi gibi. Bozulmamış, hayat dolu, hakiki...
Kenan Kahya onlardan biri. Hiç tükenmeyen enerjisiyle sağa sola koşturan, iki cümlede bir yaptığı şakalarla güne neşe katan, yüzündeki gülümsemesi hiç eksik olmayan, sekmeye benzeyen hafif gibi adımlarla toprağı yormadan yürüyen, hayatını doğduğu yerde gayretle, emekle ilmek ilmek örmüş, tanıdığım birçok akademisyenden çok daha aydın bir zihne, aydınlık bir varoluşa sahip bir küçük adam...
Bir yandan bize yuvasını tanıtmak için çırpınırken bir yandan Macahel'in dünyaya açıldığı, onun deyimiyle “medenileşmeye” başladığı, zamandan beri olan biteni sıralıyor. Vakıf adı altında yapılan paragöz çalışmaları, arıcılıkla ilgili doğru bildiğimiz yanlışları, eğitim kurumlarındaki göze çarpmayan çarpıklıkları tek tek sayıyor. Diyor ki:
"Neden üniversiteler oldukları bölgeleri ihtiyaçlarına göre düzenlenmez? Biz turizmi el yordamıyla öğrendik. Ne olurdu Artvin'deki üniversiteye bir turizm bölümü açılsaydı" diyor... Endemik bitki çeşitliliğinin bir hayli yüksek olduğu bu bölgede bir eczacılık fakültesi, turizmin yavaş yavaş canlandığı ve geleceğin de bunda olduğunu düşündüğü için turizm bölümü, el değmemiş doğasını anlayabilmek için biyoloji bölümü, orman mühendisliği bölümlerine ihtiyaç olduğunu söylüyor. "Ne işi olur Artvinli'nin muhasebecilikle" diyor... Buradaki insan hayatını hayvancılık, ormancılıktan, şimdilerde de turizmden kazanıyor...
Ve Emine:
Emine Kenan'ın pansiyonu Bumbulay'da mutfağı yönetiyor. Kara lahana çorbası, kuru fasulye, pilavı, sabahları yaban mersini reçelinin o şahane tadı hep Emine'den geçiyor...
Emine Rize doğumlu, capcanlı bir kadın, tam bir ilham kaynağı. Kendi hayatını yaşamak adına doğduğu yerin kurallarını yıkabilmiş, 3 çocuğunu üniversitelere yerleştirdikten sonra kocasından boşanmış yüzünde güller açan, hakiki bir kadın. "Benim doğduğum yerde" diyor "boşanan kadını sağ bırakmazlar, ama beni elleyemedi kimse..."
Borçka’da bir restoran işletirken işleri ters gitmiş Macahel’e gelmiş. 4 aylık sezon boyunca 1 ya da 2 gün izin yapıyor ancak. Yine de yüzü düşmüyor...
Emine'yle konuşuyoruz.
Akıllı kim, deli kim? Dayatılan kuralları, ezbere yaşayışları, para peşinde, fason hayatları, ayıp- günah zincirleriyle, ailesel- kültürel- toplumsal dayatmalarla kadınları güdük bırakan; bu canım memleketin en güzel neyi varsa 3 kuruşa satanlar mı akıllı diyorum ben;
"Kısa kollu giyene orospu diyen, sonra yanından bir kadın geçince ağzının suyu akan mollalar mı ahlaklı?" diye soruyor Emine. Biz, deli olmaya, deli diye bilinmeye karar veriyoruz Emine'yle. Akıl buysa, ahlak buysa, teşekkürler, biz istemiyoruz.
Birlikte seyahat ettiğim kadınların hepsi Emine'ye hayran. Fotoğrafını çekerken izin alıyorum ondan: "Seni anlatabilir miyim Emine” diyorum. Ben bir kitabı anlatıyorum insanlara sen tıpkı o kitabın anlattığı ideale benziyorsun” diyorum. "Tamam" diyor. "Fotoğrafta güzel çıktıysam koy instagrama yoksa koyma" diye söz alıyor. Emine’nin güzel çıkmadığı fotoğraf olabilir mi? Güzellik, gözlerden parıldayan bir kalpten başka ne ki?
Ve Orhan:
Sessizliğe ve hareketsizliğe açlıktan; bazen katılmıyorum birlikte seyahat ettiğim grubun gezilerine. Sadece durmak, sadece yeşile bakmak ihtiyacı duyuyorum.
O günlerden birinde Orhan Avcı’yla tanışıyorum. Orhan genç bir adam. Kızıl saçları, kızıl sakalıyla dikiliyor karşıma. “Gitmedin mi sen?” diyor. Başlıyoruz konuşmaya.
Orhan bir çellist olduğunu anlatıyor. Bu, tüm dünyaya uzak dağ köylerinden çıkıp nasıl çellist olunur diye hayret ederken ben gazeteci olduğumu öğreniyor ve bana “Otto Barok” adındaki müzik topluluğundan bahsediyor. Tarihi mekanlarda, şatafatlı, yüksek tavanlı salonlarda barok müzik konserleri yaptıklarını, daha fazla insana ulaşmak istediğini anlatıyor... Topluluğun müzik yapısında; keman, viyola, viyolonsel, kontrbas, flüt, obua, vurmalı çalgılar, gitar, arp gibi klâsik çalgıların yanı sıra, theorbo, viyola da gamba, lavta, klavsen gibi antik formda enstrümanlar da barındırılıyor. İşte ben de ona verdiğim sözü tutmak üzere yazıyorum onu... Konserleri Ekim ayından itibaren başlıyor. İnstagram ismi: Macahel Orhan.
Onunla Efeler köyünün bir ucuna kadar yürüdüğüm o günün akşamında Bumbulay’ın bahçesinde çello dinliyoruz gerçekten de; Orhan’ın çellosuna Okan ve Gökhan kardeşler flütler, tulum, akordeon ve gitarı dönüşümlü çalarak eşlik ediyorlar. Gürcü ezgilerinden, Karadeniz türkülerine, horonlardan, ata barına çalıp söylüyorlar...
Acısı zordur ama
Sevdaluktan elinmez, diyor bir türküde...
Sevdaluktan ölünmüyor ama gündelik hayata da kolay dönülmüyor diye geçiyor içimden; dönüşe geçmeden...
Dönüş
“Vahşi yuvaya dönmenin mucizesi ve acısı şurada yatar: Uğrayabiliriz ama kalamayız. En derinlerdeki ev ne kadar güzel olursa olsun, orada sonsuza kadar kalamayız. Yeni hayat enerjisiyle aşılanmış olarak dünyevi hayatlarımıza geri döneriz.”***
Kısacık bir seyahatin sonunda, kalbimden o dağlara bağlanmış olarak, ağaçların yeşilini ve insanların her birini içimde taşıyarak dönüyorum evimde.
Yeşilin izi gözümün içine yazılıyor.
“Tek ihtiyacımız, vahşi ve bilge ve sevecen olan bu ruhani gözlere bakmak ve onlardan öğrenmektir”
diyor Clarissa masalı bitirirken. Gökten üç elma düşüyor... Biri içinden geçtiği cenneti layıkıyla anlatmak istemiş yazara, diğeri bu kadar uzun bir yazıyı sabırla okuyana, 3. sü de o yeşil cennetin tüm evlatlarına...
Kenarına yıldız koyduğum diğer alıntılar da onun sözleri, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabından...
YORUMLAR