Acıyı durdurmak mümkün mü?


Bir söyleşi yaptım. İşlerini, tavrını tarzını çok severek, hayranlıkla takip ettiğim bir akademisyenle: Doç. Dr. Ayten Zara


Ayten Zara insanın acısıyla çalışan,

fakirliğin, ayrımcılığın, zor koşulların insana neler yaptığını bilen insani ve toplumsal duyarlılığı yüksek bir insan.


Kurucusu olduğu World Human Relief ile insanın ve sistemin unuttuğu türlü dezavantajlı bölgeye okul götürüyor, eğitim götürüyor, ışık olmak istiyor.


Röportajın uzun hali şurada:

https://hthayat.haberturk.com/yuregin-kadar-yer-kaplarsin-dunyada-1074169

sesli ve görüntülü hali şurada: burada

Birazı da burada; gözden kaçmasın, kaybolmasın diye...


***


Acı acıyı doğuruyor, şiddet şiddeti doğuruyor. Şiddet görerek büyümüş olan kendi çocuğuna da şiddet uyguluyor. İntikam söylemiyle büyümüş olan kendi çocuğuna da bu öğretip gidiyor. Peki bu nasıl kırılır? Yani bu süregelen acının, travmanın, yaranın bir sonraki nesle aktarılması nerede durabilir, bunun için ne yapabiliriz bireysel ve toplumsal olarak?

A.Z: Bireysel olarak kendi yaralarımızın, kendi acılarımızın sorumluluğunu alabilmemiz lazım. Üzerinde çalışabilmemiz gerekiyor. Bu kolay bir şey değil, zor bir şey ama yapabiliyor olmamız lazım. Yani içimizdeki öfkeyi, içimizdeki nefreti, düşmanlığı çözebilmenin tek yolu onu görebilmek, o acıya girebilmek, o acıyla acıya dokunabilmek, yaraya dokunabilmek. Zor bir süreç ama yapıldığında da çok da özgür, muhteşem bir özgürlük sağlıyor.

Toplumsal olarak barış halkaları çok önemli. O barış halkaları Kürtler ve Türkler, Türklerle Ermeniler, Azerilerle Ermeniler gibi yani farklı etnik gruplarının birbirleriyle bir araya gelip birbirlerini dinleyecekleri, birbirlerinin yaralarını duyabilecek, işitebilecekleri, gerektiğinde eğer sorumlulukları varsa özür dileyebilecekleri ve yarasını sarmak için de ona gerekli olan desteği verebilecekleri bir zemin oluşturmak. Biz buna onarıcı adalet diyoruz. Toplumun onarıcı adaleti çok önemli. Yasal adaletten çok, hani bir insan bir suç işlemiş olabilir, o insanı cezalandırmış olabilirsiniz, onun da iyileşmeye etkisi vardır, travmayı çözmeye etkisi vardır ama en önemli iyileşmeyi sağlayan şey toplumun bir insanın, bir toplumun, bir grubun yaşadığı acıyı duyabilmesi, o acıyı işitebilmesi, o acıyı anlayabilmesi ve yaraları sarabilmek için de gerekeni yapabilmesi, yani toplumun vicdanının sesi diyoruz biz buna. O çok önemli, çok. Eğer bu ses çıkarsa mesela muhteşem dönüşümler olabilir.

D.C: ''Ya bunu da yanlış yaptık, özür dilerim. Acınızı gördük.'' demek, travmanın aktarımını durdurur mu? Özgürleştirir mi? İnsanlar acılarının görülmesini mi istiyor ve inkar mı acıya sebep oluyor acaba?

A.Z: Aslında acıya sebep olan hatırlanılan değil, bastırılan, unutulan ve başkaları tarafından görülmeyen, inkar edilen şey. Travmaya neden olan da o işte unutulan parça, hatırlanan parça değil ya da anı değil, hatıra değil o unutulan parça. Eğer toplum bunu görebilse, ''Ya, çok özür diliyoruz, buna biz sebep verdik ve elimizden ne geliyorsa bunu telafi etmeye hazırız'' diyebilse zaten o hatırlanabilecek ve hatırlamak demek iyileşmek demek.

Ne kadar çok hatırlarsak o kadar çok iyileşebiliriz. Ama bunun için cesarete ihtiyacımız var, motivasyona ihtiyacımız var, güce ihtiyacımız var. İşte o gücü de toplumdan alabiliyor olmamız lazım. İnsanlar bunu alamadıkları için özel yerlere gidiyorlar, psikologlara gidiyorlar mesela, oradan gerekli olan desteği alabiliyorlar ama bazı özellikle kolektif travmalar, toplumsal travmalar ya da ülkeler arası ya da gruplar arası çatışma ve kini çözebilecek en önemli şey o her iki grubun birbirlerinin acılarını görebilmesi, duyabilmesi ve yaraları sarabilme becerisi aslında.


D.C: Aklıma şu geliyor; bir topluluk olarak hep denir ki en zayıf halkamız kadar güçlüyüz. Aslında insan kabilesi olarak da, yani bırakın sınırları, dilleri, kültürleri, dinleri, kocaman bir dünya üzerinde yaşayan aslında bir topluluğuz biz. En zayıf olanımız kadar güçsüz, en aç olanımız kadar tokuz, en fakir olanımız kadar zenginiz.

Niçin olmasın ki biz ayrımcılıksız, barış ile, huzur ile, elimizdeki kaynağı paylaşarak ve gücümüzü paylaşarak ve yasımızı paylaşarak. Mesela yas da kolektif bir şeydir, diyor hocalar. Tek başına taşımak için büyük bir yüktür ama hep birlikte içinden geçilir gidilir, diyor. Yani acaba biz önceliklerimizi mi doğru sıralayamıyoruz?

Pandemi dönemi 2.5 ay boyunca normal günlük ritmimizden ve günlük önceliklerimizden ayrıldığımız bir dönem geçirdik. Bana kalırsa biraz duyarlı insan için, biraz gözü açık, kalbi açık insan için çok net mesajlar içerdi bu dönem.

20 milyon kişi bu şehirde yaşıyorsa üst üste zaten sen hata yapıyordun, zaten tıkış tıkış yaşıyordun, bir ayrılın bakalım kendinize gelin, bir nefes alın.

Zaten vakitlerinizi neden AVM'lerde geçiriyorsunuz, gitmeyin oralara, ailene dön, sürekli dış görünüş peşinde olma gibisinden benim adıma önceliklerimi sıralayıcı bir içe dönme zamanı geçti. Tabii kimi insan için bu zordur, hayatlarını kaybedenler oldu, sağlıklarıyla sınananlar, sevdikleriyle sınananlar oldu.

Fakat koca bir insan kabilesi olarak, bir koca dünya olarak hep birlikte bir şoka girdik ve şimdi onu yavaş yavaş idrak ederek yaşamaya başlıyoruz. Bu bile birlik, beraberlik, ya bu bile yeterli gibi geliyor bana çünkü ölüm burnumuzun dibine geldi.

Buna rağmen 2.5 ay evimizde ölümle yan yana oturduktan sonra gidip vay sen siyahsın, ben beyazım, sen bilmem nesin diye nasıl birbirine girebiliyor insan? Neden olmuyor yani bu kadar derin ve kolektif bir zorluktan geçmiş olmak bile nasıl kalpleri açması gerekmez miydi bunun?


A.Z: E çünkü hepimizin ihtiyaçları çok farklı. Yani belki Damla bu süreci içine dönmekle, gerçekte bu hayatta neyin önemli olduğunu, neyin değerli olduğunu, nasıl yaşaması gerektiğini düşünmekle geçirirken Ayşe de hayat çok kısa ve benim hayatta yapmak istediğim bir sürü şey var, şuraya gitmeliyim, bununla görüşmeliyim, evlenmeliyim, çocuk sahibi olmalıyım, şöyle kariyerim, anlatabiliyor muyum?

Dolayısıyla hepimizin hem gelişimsel dönemi farklı. Yani gelişimsel olarak hangi dönemdeyiz bilmiyorum çünkü belli zamanlarda, belli gelişimsel dönemlerde insanlar maddi ve mana olarak hayatı ayırabiliyorlar.

Şimdi Damla'yı dinlediğimde Damla hayatının gelişmesi olarak mana sürecini yaşıyor, yani baktığın şey anlam, huzur nerede, temel olarak gerçekte neye ihtiyacın var, bunları bulma sürecini yaşıyorsun. Kişileri, ilişkileri sorguluyoruz, hayatı sorguluyoruz, hayatın gerçekte neye odaklanması gerektiğini, nasıl yaşanması gerektiği konusunda ama kendimiz için derine iniyoruz. Başka birisi hayatın başka gelişimsel dönemlerinde başka ihtiyaçlarla bambaşka bir şey yaşayabilir. Dolayısıyla Damla'nın ihtiyaçlarıyla Ayşe'nin ihtiyaçları farklı olduğundan farklı bakacaklar, zamanlarını farklı değerlendirecekler, potansiyellerini başka şekilde kullanacaklar. Bu da işte insan olmanın farklılıklarıyla, ihtiyaçların farklı olmasıyla ilgili.

Geçenlerde bana da, hep soruyorlar bana, klinik psikolog olduğum için hangi ekolde çalıştığımı soruyorlar. Ben onlara hayat diyorum çünkü 4000'e yakın ekol var. Bu kadar çok ekol olması insanın ne kadar farklı olduğunu gösteriyor, insanın ne kadar sorunlarının değiştiğini, kültürden kültüre farklılaştığını, tamamen başka bir formatta veya başka bir semptomlarla, belirtilerle ortaya çıktığını gösteriyor. Bir de bir ekolün bir kültürde ya da bazı insanlar işleyen ekolün bazı insanlar için hiç işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla hepimizin ihtiyacı çok farklı. Yani ekol olarak da farklı formatlarda, modellerde insan insana ilişki kuruyoruz. Hayatı da farklı yaşayabiliyoruz hem kişilik özelliklerimiz, hem ihtiyacımız hem hayatımızın bulunduğu duruma göre.

Bizim en çok barışa ihtiyacımız var bu ülkede, bütün dünyada barışa çok ihtiyacımız var. Ben korkuyorum ki şu anki hükümetler barıştan çok ölüme, savaşa yatırım yapıyorlar. Bu nedenle bu aymazlık, bu yabancılaşma, bu şiddet, bu savaş, bu ırkçılık çok üzücü maalesef çok üzücü.

Yaşar Kemal, bir sözünde, bir kitabında şöyle demişti; ''Gövden kadar değil yüreğin kadar yer kaplarsın bu dünyada'' demişti.

Bizim senin benim gibi insanlar biraz şeyi algılıyorlar artık, işte o sevginin, şefkatin, hayatın anlamının aslında insan insana böyle sıcaklığı, yakınlığı, en önemli şeyin bu olduğu, hayatta en önemli şeyin sevgi olduğu, bunları anlıyoruz. Ama başka yerlerde insanlar başka şeye yönlendiriliyor.

Yani çok hızlı bir teknolojik akılın etkisiyle insanlar bambaşka bir kültüre evriliyorlar şimdi baktığımızda. Çok ciddi bir yabancılaşma, insanın insandan korktuğu bir çağdayız aslında.

Bu akım, teknolojik akıl bizi maalesef başka bir şeye evriltti ve birbirimizden kopmaya, insan insana olan ilişkiden kopmaya başladık, uzaklaşmaya ve yabancılaşmaya başladık. Ben bu pandemi sürecinde insanların yeniden neyin önemli neyin değerli olduğunu anlayacağını düşündüm, belki anlayanlar olmuştur mesela ben de öyle, benim için de öyle, senin için de, bizim gibi insanların olduğunu da düşünüyorum. Ama dediğim gibi kişilik özelliklerinden ya da ihtiyaçlarından dolayı hiç anlamamış da olabilirler tabii insanlar. Kültür, teknoloji ve kolektif akıl bizi sürekli kendimizi göstermeye yönlendiriyor.









YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.