Yağmura Kavuşan Toprağın Kokusu
“Yas, yaşayan varlıkların sevdikleri şey ya da kişi öldüğü ya da kaybolduğu zaman deneyimledikleridir…”
diye başlıyor Martin Prechtel’in kitabı Yağmura Kavuşan Toprağın Kokusu…
Yas, kelime olarak bile yenice girdi hayatıma.
2 sene önce desem, olur sanki. Ölümün bir olgu olarak hayatıma girişinden tam 31 sene sonra. Epey gecikmeli bir geliş oldu Yas’ınki… Bu gecikmenin sebeplerini anca anlıyorum.
Yas, büyük bir kelime. Oturma odamıza buyur etmekten pek haz etmeyeceğimiz bir misafir gibi… Oysa bir gelse, bir baksak göz göze, şekersiz kahvelerimizi yudumlasak karşılıklı; işte ancak o zaman diğer misafirleri, neşeyi mesela, kavuşmayı, bir bütün olarak çepeçevre sevebilmeyi, ancak o zaman alabileceğiz evimizin kalbine… Şimdi anlıyorum.
Yas, şimdi, başımın tacı; göz yaşı ırmakları tanıdığım en güçlü temizleyici kuvvet.
Yas tutulmayınca bırakılmıyormuş da,
Bırakılmadığı yerde ise kuruyup kalıyormuş yaşamın toprağı…
Bunlar benim anladıklarım.
Bu konuda epey acemiyim.
O yüzden bunları uzun uzun tefekkür etmiş, yaşamış, yaşanmasına şahitlik etmiş, ritüellerle onurlandırmış büyüklerimin rehberliği kıymetli, bu büyükler bambaşka topraklarda yaşasalar bile.
Martin Prechtel, Stephen Jenkinson, Francis Weller…
Yası kelimelere dökmüş büyücüler… 3 adam 3 kitap. İkisi Türkçe’ye çevrildi, biri basıldı.
Aslında bu yazı o basılmış olan birini anlatmak için lakin hayat ağının unsurlarından hangi birini çıkarıp tek başına anlatabiliriz ki… O yüzden biraz iç içe geçmiş bir yazı bu.
Prechtel’in kitabı Zeynep Birinci Güler’in pürüzsüz, incelikli çevirisiyle bir şiir gibi hayat bulmuş dilimizde. Yas, ne tarafından tutsan bir tarafı eksik kalan kocaman bir kavram. Bu eksiklik ihtimalini en iyi kompanse edecek şey ise sanat; dilersen müzikte, dilersen renkte ve desende, ya da kelime sanatında, söz konusu kitapta olduğu gibi…
Kitapta altı çizilecek, dönüp dönüp okunacak birçok yer var. Prechtel’in ana önermesi yasın yaşamı yücelten bir eylem oluşu…Girişteki yas nedir, ne değildir açıklamalarıyla okucuya kitaptan neler bekleyeceğinin haritasını çıkarıyor:
- Dünyayı saçma sapan savaşlardan ve sorunlardan kurtarmanın yolu yastan geçer, diyor Prechtel
- Yas ve övgü olmadığında yaşam sadece nefret ve sıradanlıktan oluşur, diyor
- Yas aktiftir,
- Bilerek yapılması gereken bir olaydı,
- Depresyon değildir, depresyon yas tutmamaktan kaynaklanır, diyor…
Ve annemizin karanlık, sıcak, sulu tanıdık rahminden dışarı çıktığımız an yaşadığımız ilk ayrılıktır, ilk çığlığımız ilk yasımızın sesidir diye başlıyor anlatmaya… Bir ömür boyunca yasa nasıl çıraklık edeceğimizi anlatıp duruyor. Bu çıraklığı kabul etmem, yası reddetme durumunda ise kalbimizin taşlaşacağını söylüyor Prechtel.
“Bir bireyin kaybı için bile olsa çok fazla insanın varlığına gerek duyulan bir şeydir” diyor… İşte burada, aşkın diğer yüzü olan yası hayatımıza layıkıyla sokmadaki başarısızlığımızın nedenlerinden birine gelip çatıyoruz. Yas, birlikte tutuluyor. Bizim ise bir kabilemiz yok. Uzun zamandır. Gerçek bir topluluğun olmadan gerçek bir şekilde yas tutulmuyor.
Yas, kelimelerden çok ritüellerle, sesle, şarkıyla, sembolik hareketlerle ifade ediliyor; böylece daha kolay oluyor onu layıkıyla yerine getirmek ve geride bırakmak. Bunu kendi deneyimimden de biliyorum. Kelimelerin çerçevesi bazen çok kifayetsiz kalıyor, fazla sol beyinde, fazla mantıkta kalıyor söz konusu yas olunca. Sanat ve ses ve ritüel kelimelerden çok daha fazla tutup kaldırıyor insanı…
Bir de doğanın unsurları elbette. Okyanus, toprak, ateş, hayvanlar...!
Yas tutana alan tutmak da diğer mühim konu. Onu yargılamadan, düzeltmeye çalışmadan, her türlü aşırı harekete izin vermek ve bir yandan da uyumasını, yemesini ve kendini hayatta tutmasına yardım etmek… Söylemesi kolay, yapabilmesi bir ömürlük çaba. Güvende tutmak ve kısıtlamamak…!
Daha fazla anlatmayacağım, buraya kadarı ilginizi çektiyse alın kitabı; birlikte bir okuma kulübü yaparız belki…
Sadece şunu belirtmekte fayda var. Peki yas tutulmayınca ne oluyor?
Hem bireyselde hem kolektifte tutulmayan yaslar, atalarımızın ifade bulmamış yasları, suyun yolunu kesen tortulara dönüşüyor. Donmuş ve metabolize edilmemiş yas şiddete, intikama, nefrete, saldırganlığa dönüşüyor… İçinde yaşadığımız dünyanın çivisinin çıkmış olduğu alanlara bakarsanız bunu görmek hiç de güç değil…
Velhasıl, insan olmak, bu hayatı olduğu haliyle, bütünüyle, layıkıyla yaşamak için yasın çırağı olmaya, onu yaşamaya, yaşatmaya ihtiyacımız var… Şimdilik bunları okuyarak, konuşarak başlayabiliriz…
bu konudaki bir önceki yazım şurada:
https://hthayat.haberturk.com/yazarlar/damla-celiktaban/1075315-ask-ve-yas
YORUMLAR