Temkinli olmak ya da sadece olmak...
Şükürler olsun, “Şu şöyledir - bu böyledircilik” ten geçip “her şey olurculuğu” tercih ettiğimden beri bir hafiflik, bir rahatlık hissi var üzerimde. “Bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne” diyor ya şair, aynısını fikirlere, yargılara da yapabilirsek ne âlâ aslında. İnandığını, sevdiğini savunmak başka körü körüne bağlanmak başka... (Bu arada o 'şair'le ilgili ilginç bir bilgi de şurada.)
Nerede kaybediyoruz güven duygusunu, ne zaman güvenmeyi seçiyoruz ya da? Bir kez kalbimiz kırılınca kapatıyoruz ya güzel dünyalarımızın kapılarını. Aman diyoruz bir daha açmam, vallahi açmam. Kırıp dökecek yine eşeğin biri ne var ne yoksa... Açar mıyım?
Hiçbir zaman yüksek duvarları olan, sevdiğine sevgisini ölçerek veren biri olmadım çok şükür. Bu yüzden başım ağrımadı mı hiç? Bu yüzyılda kalbini çok açtığı için başı ağrımamış birisi, en azından bir kadın bulamazsınız bir kere, onu söyleyeyim. Sistem ve ilişkilerin genel gidişatı bize hep güvenli alanlar yaratmamızı, olmazsa bulmamızı, bu alanları da canla başla korumamız gerektiğini söylüyor hep. Ama ben bu güvenli alanlar meselesine biraz da Estés’in “Ormana Git” şiirinin penceresinden bakmayı tercih ediyorum. “Çünkü ormana gitmezsen hiçbir şey olmaz ve hayatın asla başlamaz…” Nerede neye cesaret edebileceğimize sezgilerimize güvenerek karar verebiliriz – birine ya da bir duruma güvenmekten bahsetmiyorum burada - tamamen içimize dönüp “hadi!” diyebildiğimiz yerde mükemmel bir maceraya başlayabiliriz durduk yerde. Başarısız olabiliriz. Fena halde kalbimiz kırılabilir. Ama yine de mükemmel bir macera olabilir bu.
En azından kendimizi geri çekerken, hareket etmeye korkarken bulduğumuzda dikkat edebiliriz buna.
Çiftlikte bir yıldır dokunulmamış, otlarla kaplanmış bir alanı temizlemeye uğraşıyordum. Akrepler, çıyanlar, kenelerle ilgili duyduğum hikâyeler pek içimi açmamış olsa gerek, çocukluğundan beri haşerata karşı aşırı bir tiksinti besleyen biri olarak hele... İki kat eldiven, mükemmel derecede buruşuk bir yüz ifadesi, türlü çeşit “iiiyk!” sesleri ve ani irkilmelerle epey yavaş çalışıyordum anlayacağınız.
Orada tanıştığım pek sevimli bir arkadaşım gelip halime güldü ve neler olduğunu sordu.
“Ya akrep çıkarsa, yılan sokarsa? Ay ben yapamayacağım galiba…” deyip çömeldiğim yerde kendimi yere bırakıverdim.
Arkadaşım elini omzuma koyup “olsun!” dedi “Belki ilginç bir macera olur sana da…”
İşte hayatımdaki en sevdiğim, sayılı aydınlanma anlarından biri daha. Tabii ya! Macera!
Öyle filmlerdeki gibi aniden bütün korkularımdan arınıp haldır haldır temizlemedim orayı belki ama bu yeni iç rahatlığıyla tanışmanın keyfi işimi bayağı kolaylaştırdı.
Bu kadar basit aslında.
Şimdi kalbim açıkta gezmek ile ilgili düşünürken de bunları buldum içimde. Macera hissi. Olası başarısızlıkların dünyanın sonu olmayacağı bilgisi. Açık saçık giyindiği için tacize uğrayan bir kadını suçlamak gibi olurdu aksi. “Ben böyle olduğum için beni üzüyorlar, kalbimi kırıyorlar” değil yani. Üzüntü, hayal kırıklığı geleceği varsa bir yerden, bundan kaçmanın herhangi bir yolu yok.
Bu yüzden kalbimi ne kadar açmam gerektiğini düşünürken yapabileceğim en saçma şey, bu allı pullu kapıları açıp - kapatma işini yüzlerce kurala boğmak olacaktı.
Bundan sonra başıma ne gelecek, kalbimi kimler kıracak, nelere üzüleceğim bilmiyorum. Tıpkı o sıkı kurallara sahip olmam gerektiğini düşündüğüm zamanlardaki gibi... Herkes gibi... Bilmiyorum. Ama daha az kuralla daha çok eğleneceğim artık! Orası kesin.
YORUMLAR