Her yer yangın yeri iken ne yapmalı?

Yaşadığım çevrede birçok yerde ormanlar tam bir haftadır cayır cayır yanıyor. Sadece ülkemiz değil, dünyanın dört bir yanı alev almış durumda... Bazı bölgelerde ise eş zamanlı olarak seller yutuyor hayatı ve diğer bir yerde yumruk büyüklüğünde dolular yağıyor mesela...


Güzeller güzeli mavi küremizde çok büyük bir krizin içinde olduğumuz kendini her geçen gün iyice aşikar etmeye başladı. Son birkaç onyıldır kimi bilim insanlarının bas bas bağırdığı gelecek, ŞİMDİ olmuş durumda. Bizzat ve şu an yaşıyoruz işte bahsi geçen kehanetleri.


Kendi adıma, uzunca bir zamandır toplumsal acılara, doğal afetlere yabancılaşmış hissediyorum. Eskiden çok üzülürdüm, artık üzülemiyorum. Duyduğum her şey normal geliyor, hiçbir şeye şaşırmıyor, hiçbir şeye öfkelenmiyorum; müthiş bir sükunet ile karşılıyorum olan biteni. Ve her seferinde benzer iç sorgulamalar geliyor: Görmezden gelme, acıdan kaçma, yok sayma mı yaptığım; yoksa her şeyi tam bir kabul haline geçmişliğin huzurunu mu deneyimliyorum? Tastamam o ya da bu değil muhtemelen; her ikisinden de parçalar taşıdığımı sanıyorum. Ara ara yadırgıyorum kendimi, bu hâlimi; ara ara kabul ediyorum (daha ziyade kabul ediyorum).


Tek tek olaylara, felaketlere büyük duygularla yaklaşmamamın asıl sebebi ise, sanırım, gezegenimizde çok büyük bir manevi yangının içinde olduğumuzun farkındalığı olabilir. Ve hâl böyleyken orada burada ortaya çıkan belirtilere tek tek üzülemiyorum işte; çünkü zaten her yer yangın yeri! Şu anki maddi yangınlar yokken de yanıyoruz aslında anbean, için için... Kökleri tarım devrimine kadar giden upuzun bir sürecin içinde olmakla birlikte endüstri devrimi sonrası şahlanan gidişat son birkaç onyılda acayip seviyelere geldi. Gelişme, büyüme gibi kavramların kutsallığına şüphesiz bir yerden inanan insan, dünyadaki dengelerin çok hızlı bir şekilde bozulmasının başlıca müsebbibi oldu.


Bu satırları yazarken arayan arkadaşımın söylediği üzere canım doğa şu an kendini korumak için tüm elementleriyle dört bir yandan sinyaller veriyor bize (O'nun deyimiyle "saldırıyor!"): kuraklık ve yangınlar ile ateş üzerinden, bir yerde yağmayan yağmurlarla ve diğer yanda seller ile su üzerinden, Covid ile hava üzerinden, depremler ile toprak üzerinden çığlıklarını paylaşıyor bizle.


Bütün bunlar işin makro boyutları ve bir süredir bu durumlara nasıl karşılık vermemiz gerektiğine yönelik çok da aklım ermiyor aslında. Evet durum bu, farkındayım ama ne yapmalı bilemiyorum! Her taraf yangın yeri hâline gelmişken, topyekûn bir krizin içindeyken ne yapmalı; neyi, neresinden tutmalı?


Bu noktada algımı mikro boyuta çektiğimde her şey biraz olsun berraklaşıyor. İnsanların büyük çoğunluğuna baktığımda tek tek; yangının her şeyden önce kişisel düzeyde olduğunu görüyorum tekrar tekrar. İstisnalar yok değil lakin çoğunluğun kocaman bir tatminsizlik, şükürsüzlük, yetinmezlik, anlamsızlık ateşinde yandığını görüyorum. Hep daha fazlasını isteyen, kolay kolay huzurla buluşamayan, dışarıda iyi görünse de içten içe somurtan, sürekli bir kızgınlık ve öfkenin içinde, çeşitli şekillerde kendini uyuşturarak avutan insanlar görüyorum.


Zamanının en büyük parçasını inanmadığı işlerde çalışarak geçirmek zorunda olduğunu düşünen ve gönlünden geçen bir yaşamdan, kalbinin çarptığı anlamlı eylemlerden uzak düşen ve çaresizliği kabul eden insanlar görüyorum. Çatışmaya, kavgaya hazır, haklı olmayı her şeyden çok arzulayan, birbirini ötekileştirmeye ve düşmanlaştırmaya teşne insanlar görüyorum.


Elbette ki kişisel düzlemdeki yangınlar büyük resimdeki yangınları besliyor; büyük resimdeki yangınların içinde yaşamamız da kişisel düzeydeki yangınlarımızı harlıyor. Bunları birbirinden ayırmak ne mümkün! Ve bu, çok zorlu bir kısır döngü yaratıyor; içinden çıkılması bazen imkansız gibi görünen...


Peki ahvâl böyleyken ne yapmalı; bu döngüyü nasıl kırmalı?


Cevaba öncelikle büyük harflerle BİLMİYORUM diyerek başlamalıyım. Evrende her şey o kadar karmaşık ve her şeyin her şeyi etkiliyor olmasından dolayı neyin neye yol açacağı, neyin iyi/kötü, doğru/yanlış olduğu -bana göre- o kadar belirsiz ve bilinemez ki her şeyin başına acizliğimizi, hayrolanın ne olduğunu kesin olarak bilemeyeceğimizi koyarak başlamak bence olmazsa olmaz. Kendi adıma o kadar bilemiyorum ki, içinden geçtiğimiz bu afetleri bile "kötü" diye etiketleyemiyorum. Belki de ısrarla uyanmak istemeyen taraflarımıza böyle büyük darbeler gerekiyor(du); belki birlik olmak, dünyada cenneti yaratma çalışmalarına başlamak için böylesi büyük musibetler gerekiyor(du); kim bilir. Ya da belki bunlar da yetmeyecek, 3 gün sonra bu yangınlar söndükten sonra yine unutacağız ve daha da batağa gömüleceğiz belki; bilemiyorum. Tek bildiğim bir noktada dibi bulup oradan aldığımız güçle yukarı doğru harekete geçeceğimiz ama o dip nerede, ne zaman ulaşırız, şu an orada mıyız yoksa daha derinlere inecek miyiz bilmiyorum. Ayrıca o dipten aldığımız güç bizi suyun üstüne çıkarmaya yetecek mi, yoksa fazla derine indiğimiz için iş işten geçmiş mi olacak, onu da bilmiyorum.


Ve bütün bu bilememezlik içinde, uzun yıllardır bana yakın gelen seçenek işe kendinle başlamak oluyor ve bu seçenek sürekli olarak kendi kendini yeniden doğuruyor. Her şeyden önce ben mutlu olacağım bir yaşam yaratmalı, mutlu olacağım şeylerle ilgilenmeli, bana iyi gelecek bir şekilde akmalıyım ki yaşama güzellik saçabileyim. Neşemi özgür bırakmalıyım ki neşemi, gücümü kazanmalıyım ki gücümü, dengemi sağlamalıyım ki dengemi, sakinliğimi hatırlamalıyım ki sükûnetimi armağan edebileyim yaşama.


Bu olmadan olmayacak gibi geliyor bana. Ne kadar tüm iyi niyetimizle dışarıda bir şeyler yapmaya, bir şeyleri değiştirmeye çalışsak da içsel değişimi yakalamadığımız sürece, doğal olarak kendi hâlimiz neyse yaptığımız işlere, attığımız adımlara bunu yansıttığımız için bir noktada patlıyoruz ve patlamaya devam edeceğiz gibi geliyor. Sorunları dışarıda bir yerlerde görüp dışarıda bir yerlerde çözmeye çalıştıkça içeride yapılması gerekenler ikinci plana kalıyor sanki.


Öte yandan yaşamın hiçbir kısmında olmadığı üzere bunların da doğrusal süreçler olmadığının farkındayım. Önce kendime bakayım demek, dışarıda tam bir eylemsizlik ve atalet içinde kalmayı önermek demek değil. Ama dışarıda eylem hâlinde iken de kendimle hizalanmaya, kendi merkezimde olmaya önem ve öncelik vermek demek. Durumlara ve olaylara karşı tepkisellikten kaçınmak, en zor durumlarda bile birkaç nefes alıp sonra karşılık vermeyi hatırlamak demek...


İçeriyi sağlam tuttukça dışarıdaki eylemlerimiz ve etkimiz güçleniyor; bu oldukça kendimize güvenimiz ve doğru yolda olduğumuza dair inancımız artıyor; bu oldukça içerisi daha da güçleniyor ve bu oldukça... İşte bu da kısır döngünün ters dönmüşü; açılan döngü diyelim adına.


Çözüm bu yaklaşımda gibi geliyor bana ama bu yazdıklarımın da klişeleşmiş olduğunun farkındayım. Bunca zamandır birileri benzer şeyler söylüyor ve bu tip lafların içi boşaldı belki. Fakat bazılarımıza öyle görünse de bence gerçeği yansıtıyor ve bundandır ki bunları bir kez daha dile getirmekten kendimi alamadım, alamıyorum.


Kısa vadede acil semptomları gidermek için çalışmalar yapalım elbette; bunla birlikte daha uzun vadeli ve daha kalıcı adımları atmanın vakti çoktan geldi. Bu adımlar bende başlıyor, sende başlıyor; birleşip biz oluyor ve birleşip koskoca hareketlere dönüyor. Bunları da göreceğiz umuyorum ki... Şu an belki kapkaranlık görünse de gidişat, her inişin bir çıkışı; her düşüşün bir kalkışı var.


Hep birlikte ayağa kalkma, kalplerimizden aldığımız güç ve inançla gerçek anlamda değişme vaktidir. Tek tek ve hep birlikte...



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.