Amerika gün:12 Çok özür dilerim, çok!
Geçen yazımda, insanları izlemeye bayıldığımı, eski yazılarımdaysa insanları izlerken onlara hikayeler yazdığımı anlatmıştım.Yine yazdim mesela bu hafta, ama bu kez sonu pek de eğlenceli olmadı.
Geldiğim haftanın sonundayız, buradaki arkadaşım Çiçek, daha biletimi aldığım gün bütün tatilimin planını yapmış bile. O hamile, benimse bitmek bilmeyen sırt ağrılarım var... Her gün saatlerce yürüyoruz, çoğunlukla Manhattan'dayız... Yorgunluktan sürünüyoruz ama bizi soğuk hava bile durduramıyor. Durdura durdura, evden çıktıktan hemen sonra başlayan yağmur, bir süreliğine durduruyor. İlk gördüğümüz restorana giriyoruz.
Pek de gösterişli olmayan, yemekleri lezzetli olan, tatlılarının çok güzel olduğu söylenen bir Yunan restoranı. İstemeye istemeye orta masalardan birine oturuyoruz. Ben, her zamanki gibi etrafımızda kim var kim yok ona bakıyorum. Solumdaki masada yaşlı bir çift oturuyor. Adam daha yaşlı. Kadını Banu Alkan sandım ilk bakışta. Kadının kafasında fosforlu pembe parlak kumaştan spor bir şapka, üstünde kat kat bir şeyler, altında leoparlı tayt ve leoparlı yağmur çizmeleri var. Gözünde kayak gözlüğü, saçları sarı, pembe ruj sürmüş. Ve hiç durmadan yiyor. Bir önündeki patates kızartmasından, bir yanına koydukları kıtırlardan yiyor, bir her masaya koyduklari bir bardak buzlu çeşme suyundan, bir sınırsız Nescafe'sinden içiyor. Sanki o saçma yemek yarışmalarından birindeymiş gibi, "5 dakika içinde bu masayi sil süpür!" demişler gibi...
Tabii uzun uzun bakamıyoruz. Karşısındaki adam sadece çay içiyor galiba, arada bir de kafası öne düşüyor, uyuyakalıyor... Bir süre kadının neden bu kadar yediğini tartışıyoruz... "Bence bunlar ayda bir yemeğe çıkıyorlar, adam 80 yaşında var, genç kadınla evlenince böyle tabii, bak adamı sömürmüş, yiyor da yiyor!" "Kadın kesin Rus, tam o tarz giyinmiş!" "Bu kadar yemeye yine iyi dayanmış, biraz büyük evet ama sonuç olarak sadece göbeği var. kollar bacaklar incecik." Dedik de dedik, saydık da saydık! Sonra kadın hesabı istiyor, bir de kese kağıdı. Hesabı inceleyip, 100 dolar bırakıyor. Hesabın fotoğrafını çekip, kese kağıdına masada kullanmadığı, yemediği ne varsa koyuyor.
Ben hayretler içindeyim, Çiçek'se, "Burada herkes böyle rahat işte, yemediğin, içmediğin her şeyi paket yaptırabilirsin mesela..." diyor. Peki ama kahveye döktüğü minik kapalı sütleri alıp ne yapacak? Peki o ufacık tereyağlarını? Her şeyi geçtim, masadaki dilimlenmiş limonları neden alırsın? Kıtırlar, şekerler, her şey ama her şey o kese kağıdına atılıyor. Sonra biraz fotoğraf çekiyor telefonuyla, restoranı, karşısındaki adamı... Telefonu adama verip kendi fotoğrafını çektiriyor, kese kağıdı için bir de poşet istiyor ve kalkıyorlar. Poşeti yaşlı adam alıyor ve kadına "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim kızım" diyor. Çiçek, "Buralarda çok huzurevi var, bugün de pazar, galiba babasını ziyaret edip, yemeğe çıkardı, baksana, masadan topladığı her şeyi de ona verdi" diye açıklıyor.
O andan sonra yaşadığımız duygunun bir adı yok. Hâlâ düşününce içim sızlıyor. Keşke o kadını görsem de özür dilesem, keşke...
YORUMLAR