Nasıl hatırlıyorsan dünyayı, öyle

Bu yazıda biraz kişisel şeylerden bahsedeceğim için beni bağışlayın lütfen. Nedir, bugün 9 Ocak ve Cemal Süreya’nın ölüm yıldönümü. Böyle bir günde, onunla birlikte yaşadığım bazı anıları yazmaktan kendimi alamadım…


Fakülteyi bitirip, Maliye Bakanlığı’na girmişim. Bana Cemal Süreya’nın yanında çalışacağımı bildiriyorlar. Şaşırıyorum. İsim benzerliği mi acaba, yoksa gerçekten de o efsane şairin yanında mı çalışacağım?


Cemal Süreya’nın aynı zamanda bir Maliye Müfettişi olduğundan ve o sıralar Maliye Tetkik Kurulu’nda görev yaptığından haberim yok.


Bakanlığın Ulus’taki eski binasının sonsuz uzun koridorlarında sora sora Cemal Bey’in odasını buluyorum ve içeriye girip, kendimi tanıtıyorum. Daha önceden biri iki kez uzaktan gördüğüm ama hiç tanışmadığım Cemal Bey, incelediği rapordan başını kaldırıp, elimi sıkıyor. Sonra, “bana sonu ‘anta’ ile biten sözcükler yaz” diyor.


Kendisi Darphane Müdürlüğü’ne atanıp, İstanbul’a gidinceye kadar iki yıl sürecek olan “görev arkadaşlığımız” böyle başlıyor işte.


Aynı gün başlayan “sivil” arkadaşlığımız ise sonuna kadar sürüyor. Belki benim de onun gibi aşkı ve şiiri sevmem, belki benim de yine kendisine benzeyen o iflah olmaz kırılgan nahifliğim, Cemal Bey’de bir şeyler uyandırıyor. İkimiz de hayatın kullanım alanlarında tümüyle beceriksiziz ve ustalaşacağımız da yok. “Elektrik sigortalarını hep eşlerim takardı” diyor Cemal Bey gülerek ve “sende de ileride aynı şey olacak” diye ekliyor.

Gündüzü ve gecesi birbirinden farklı bir hayata başlıyoruz. Gündüz Maliye Bakanlığı’nda biri “üstat”, öteki “çömez” iki bürokratız. Ekonomik raporlar yazıyoruz.


Şiir yazarken bir kuyumcu titizliğiyle çalışan Cemal Bey, maliyecilikte daha da seçici. Yirmi haneli rakamların binde bire varan küsuratıyla uğraşıyor. Bana da öyle yapmamı tembihliyor ve hiç bırakmadığı o mahzun gülümsemesiyle, “bu parada yetimlerin hakkı var” diyor. Daha küçücük bir çocukken annesini, gencecik bir delikanlıyken de babasını kaybetmiş bir insanın doğal yaklaşımı bu.


Mesai bitip, bakanlıktan çıktığımızda ise, az konuşan ama iyi anlaşan iki arkadaş gibiyiz. Başkent’e kurum siyahı bir gece inerken, ölgün ışıklı sokak lambalarının altında Ankara’yı arşınlıyoruz. Tıpkı Cemal Bey’in yıllar sonra sevdiği kadın için yazdığı, “Bende tarçın, sende ıhlamur kokusu./Az mı dolandık başkentin sokaklarında” dizelerindeki gibi.


Dönüp dolaşıp, Ulus’taki “Pala’nın yeri”ne damlıyoruz. On kişinin ayakta zar zor sığışabildiği, pencereleri sararmış tüllerle kapatılmış, küçücük, salaş bir meyhane bu.


Nedir, Cemal Bey burayı seviyor ve ona “içkievi” diyor.


Dükkanda markasız açık şarap var sadece ama Cemal Süreya için yandaki bakkaldan rakı alınıp getiriliyor. Meze olarak haşlanmış yumurta ile turp ya da domatesten başka bir şey yok ama Cemal Bey’e Denizciler Caddesi’ndeki seyyar köfteciden köfte alınıyor. Üstelik bütün bunlar, “kızar” diye kendisine söylenmiyor. Beraber gittiğimiz iki yıl boyunca Cemal Bey o meyhanedeki rakı ve köftenin sadece kendisine verildiğini anlamıyor.


“İçkievi”nde topu topu üç sandalye bulunuyor. Biri patronun, biri o zamanların Ankara’sının ünlü kabadayısı Hacettepeli Nuri’nin ve üçüncüsü de tabii ki Cemal Bey’in oturması için konulmuş. Cemal Süreya bunu da anlamıyor, bilmiyor. “Herhalde yer darlığından pek sandalye koymamışlar” diyor.


Yıllar sonra da “İçkievinden çıkınca/Camdan/Demin oturduğum yere baktım/Sandalyede/Tıpkı benim gibi oturuyor boşluğum” diye yazıp, burnumun direğini sızlatıyor…


O zamanların daha betonlaşmamış Ankara Dikmen’inde bir akşamüstü… Zerdali ve dut ağaçlarıyla dolu büyücek bir bahçede oturuyoruz. Sarısabırlar, katırtırnakları altın sarısı çiçekler açmış. Havada ıtırlı bir bahar kokusu var.


Bir arkadaşımızın yaş gününü kutlayacağız. Cemal Süreya da bizimle. Havadan sudan konuşurken, amatör şair bir arkadaşımız, “sembolik şiirden pek hoşlanmıyorum” diyecek oluyor. O zamana kadar pek az konuşan Cemal Süreya, tam bu esnada konuşmaya başlıyor.


Başlayış o başlayış. Hava kararıyor. Sonra gökte yıldızlar bir bir patlıyor. Gökte sarışın bir ay yükseliyor. Sonra ay batıyor. Yıldızlar öksüz bir kandil gibi tek tek sönüyor. Sonra sağımız, solumuz zakkum pembesi, lavanta mavisi bir şafağa kesiyor.


Bahçedeki serçeler, güvercinler ve hüzünlü kumrular doğan yeni günü selamlarken, Cemal Bey konuşmasını sürdürüyor.


Aragon’dan girip, Baudelaire’den çıkıyor. Fransız sembolik şiirinin tüm serencamını anlatıyor. Sonunda “işe gitme zamanı geldi galiba” deyip, konuşmasını bitiriyor. Ankara’nın o “yumuşacık yamuk ve mavi” dolmuşlarına binip, işe gidiyoruz…


Sonra Cemal Süreya Darphane Müdürü oldu ve İstanbul’a gitti. O Ankara’ya geldiğinde, ben İstanbul’a gittiğimde zaman zaman buluştuk.


Kadıköy rıhtımındaki üç katlı “içkievi”nde, Bostancı’daki Hatay lokantasında konuşması az sohbetler ettik. Cemal Süreya’nın, “Düelloda ölümden de acı olan/Sevdiğin kadının/Karşı tarafı ziyaret etmesidir” dizelerinin neyi anlattığını gördüm. Bir kadının “Gözlerindeki bakımsız mavi”ye vuruldum.


“Bir dilim ekmeğin, bir iki zeytinin başınaydı doymamız” diye hayıflandım. “Sonuna kadar beyaz bir kadın”ı hatırladım. Duyduğum her şarkıyı “Bizimçin söylenmiş sanki” diye dinledim. “Ben artık adam olmam/Bu derde düşeli” diye sessizce dövündüm.


Cemal Süreya da kırgınlıklar içinde ve “kilise duvarlarında kırmızı elmalar dişleyen kadınlar”a bakarak, yaşamını sürdürdü. “Bütün fiilleri geçmiş zamanda dondurdu”. “Kökü dışarıda hain aşkların acısını” çekti. “Olur bunlar, olur ara sıra” deyip dayanmaya çalıştı. “Olanca kuvvetiyle halatlara asılıyordu” ama “nafile”ydi.


Sonra dalgalar geldi. Her yanımızı bir mavilik aldı. Cemal Süreya bunu biliyor ve “Hayat kısa/Kuşlar uçuyor” diyordu.


9 Ocak 1990’da, mizan defterine son çizgiyi çekti.


Ben de her 9 Ocak’ta, “Nasıl hatırlıyorsan dünyayı, öyle” diye ona selam gönderdim…













YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir kavun acısı bir yalnızlık kitabının yazarı sevgili arkadaşımızın lemi özgen'in kaleminden her zaman ki gibi nefis bir yazı...
    CEVAPLA
  • Misafir sevgili dostum, şansından bizleri de yararlandırdığın için teşekkürler. kimbilir ankara'daki toplantıda da ne güzel şeyler anlatacaksın! sevgi ve dostlukla, akın evren
    CEVAPLA
  • Misafir bugün ebediyete intikalinin 25nci yılında cemal süreyaya ayırmış sütununu lemi özgen; üstelik şairin daha öğrencisi iken mülkiye dergisinde (08.01.1953) ilk kez yayınlanmış "şarkısı beyaz” şiirinin son satırını yazısına başlık yaptığı duyarlılığı ve vefakarlığıyla, yıllar sonra da olsa, aynı sıralardan geçip, aynı kurumda birlikte geçirilmiş zamandaki ortak anılarla bezemiş yazısını. "sonra dalgalar geldi/ sonra bir mavilik aldı her yerimizi/ nasıl hatırlıyorsan dünyayı öyle” dediği üzre, ruhun şad olsun büyük şair. fy
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.