Kadının adı yok
Finansal Forum Gazetesi’nde editörlük yaptığım yıllar. Haberlerin yer aldığı 6 ve 7’inci sayfalardan sorumluyum. ABD Irak’a girdi girecek. Biz de hemen yanı başımızda birazdan patlayacak olan savaşın bütün sıkıntılarını hem insan, hem de gazeteci olarak yaşıyoruz.
Hükümetin tutumu belirsiz. ABD Türkiye’yi de bu yangına sürüklemek için elinden geleni ortaya koyuyor. Hükümetse, günde iki üç kez, bir öncekini yadsıyan çelişmeli açıklamalar yapıyor.
Hal böyle olunca biz gazetecilerin işi de zorlaşıyor. Sabah ilk gündem toplantısından sonra kabaca sayfaları “çatıyoruz”. İskenderun Limanı açıklarında dolaşan ağır silahlı bir ABD savaş gemisinin resmini kullanarak, savaşın olası gidişatını işleyen haberleri manşete çekmeye karar vermişiz ve sayfa da bu şekilde “çizilmeye” başlanmış.
Derken bizim Dışişlerinden “Irak’ta oldubittiye karşıyız” diye bir açıklama yapılıyor. Bütün sayfalar derhal “yıkılıyor”. Bazen günde beş kez cereyan eden bu sayfa “yıkma”, sayfa “çatma” yüzünden, sinirler keman teli gibi gerilmiş. Yazıişleri ile editörler, editörler ile muhabirler ve en önemlisi de editörler ile sayfaları “Mack”lerde hazırlayan operatörler kanlı-bıçaklı olmuşlar.
Çoğu kez eve gidemiyoruz. İçinde Finansal Forum’dan başka Milliyet, Radikal, Posta ve Fanatik gazetelerinin de bulunduğu İkitelli’deki Doğan Medya Center binasında hafiften bir kışla ya da cezaevi havası oluşmuş. “Evdekilere telefon ettim, temiz çamaşır ile cigara gönderecekler” esprileri.
Akşam beş dakikalığına uğranılan barda, “görüşmecim yeşil soğan göndermiş” şakaları. Binanın tek erkek berberi ile kadın kuaförünün önünde uzun kuyruklar. Herkes spor salonundaki duşlardan birazcık yararlanabilmek için türlü çeşitli cambazlıklar yapıyor.
Her türlü zorluğa rağmen, gazeteci milleti yine de birbirini “işletme” çabasından geri kalmıyor. Güneri Cıvaoğlu’nun kamuflaj elbisesi giydiğini söyleyenler, Hasan Cemal’in öğrencilik yıllarındaki “Ruzvelt botlarını” yeniden ayağına geçirdiğini iddia edenler…
Uyunmamış bir geceden sonra sabahın köründeki ilk gündem toplantısından adeta sürünerek çıkıyoruz. Tam karşımızda Milliyet’in çalışma salonu. Arada duvar, bölme falan olmadığından, bir bakışta herkes herkesi görüyor.
Ansızın bütün o siyahların, grilerin içinde bembeyaz bir ışık. Beyaz elbiseler giymiş, lisede tarih dersinde sözlüye kalkacakmış gibi heyecanlı ama aynı zamanda muzip edalı güzeller güzeli bir kadın, kırmızıya çalan saçlarını savurarak yürüyor.
Kadın gülümsüyor ve yüzünde aynı anda yüzlerce çiçek birden açıyor. Kadının asıl gözleri gülüyor. Ela ve içinde kandil sarısı yıldızlar gezinen gözleri gülüyor. Güzel kadın herkese el sallıyor ve yine içinde görünmeyen mumlar yanan gözleriyle gülüyor. Odasına giriyor.
Sürdüğü parfümün “fujer” kokusu, beş on dakika kadar daha havada asılı kalıyor. İşte o anda kadın-erkek herkes hayatın aslında ne kadar güzel olduğunu bir kez daha anlıyor. O güzel kadın da bizler gibi gazetede sabahlamış, bizimle aynı sıkıntıları çekmiş ama yarım saatlik bir fırsat bulup evine gittiğinde, hayatın güzel olduğunu, acının da sevginin de biz insanlar için olağan olduğunu gösteren bir kadın ”yaratmayı” başarmış.
Geçenlerde, benim fukara kitaplığa bir çekidüzen vermeye çalışırken elime geçen Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” kitabını yeniden karıştırırken düşünüyorum bunları.
O sıkıntılı günlerde küçük bir fırsat bulup da hep birlikte sohbet ederken, bu güzel kadın başını utangaçça öne eğip, kısık bir sesle bizlere “Kadının Adı Yok” kitabının hangi sayfalarının “müstehcen” bulunduğunu anlatıyor. Biz kahkahalarla gülerken, o mahcup mahcup duruyor. Sadece gözlerinde yine o muzip “Fahriye Abla” gülümsemesi.
Duygu Asena da yok artık. Şu hoyrat erkek dünyasında ne yazık ki çoğu kez “kadının adı yok” ama Duygu’nun adı hep var olacak…
YORUMLAR