30’larında ‘başka türlü’ bir hayat yaşıyor olmak ya da olmamak...
32 yaşımdayım. 22 yaşımdan beri evli, 28 yaşımdan beri çocukluyum. İnsanın sevdiği adamla büyümesinin, 20’li ve 30’lu yaşlarını onunla geçirme -bence- lüksüne sahip olmasının ne demek olduğunu biliyorum; 30’lu yaşlarına başlarken halihazırda anne olmuş olmanın ne demek olduğunu da. Ortalama bir dünya insanıyım. Beklenen mutlak yurdum insanın hayat çizelgesinde seyrediyor hayatım. Sahip olduğumu sandıklarımın yani işin daha doğrusu bana sunulanların farkında ve şükründe olmaya çalışan aciz bir kulum.
Öte yandan hayatı benim hayatımla aynı çizgide seyretmeyen yaşıtlarımın -an itibariyle bana çok ihtişamlı görünen- hayatlarına iç geçirirken de buluyorum kendimi zaman zaman; yalan yok. Şu yağmurlu Pazar gününü dün akşam dilediği saate kadar sinemada, konserde vb. sosyal ortamlarda sevgiliyle takılmaktan muzdarip öğlene kadar uyuyarak, ardından da sessiz sakin ve romantikçilik oynayarak Boğaz’da brunch keyfi ile taçlandıran; üzerine de halen spor salonuna, maça, işte ne bileyim kuaföre, alışverişe, eş dost buluşmasına gitme lüksüne sahip olarak geçiren akranlarımın sosyal medya hesaplarına bakıp bakıp uzaklara dalıyorum, kimseye söylemeyin e mi? Şükürsüzlük, bulup bunamacılık ve hatta nankörlük olarak isimlendirmeden evvel söyleyeceklerime bir kulak verin a dostlar! Hani çok da ciddiye almayın, sadece yazarak düşünen biriyim sonuçta…
30’lu yaşlarında bekar olan veya evli olup o veya bu sebeple çocuksuz olan kuzenlerimiz, arkadaşlarımız, dostlarımız var eşimle. İnsan ister istemez -psikoloji bilimi nasıl açıklar bunu bilmiyorum- şöyle bir yatkınlıkta oluyor sanki; hani ‘bekar eşim dostum kim varsa yazıktır(!) evlensin, çocuksuz arkadaşım kalmasın hani herkes ben gibi olsun da paylaşacaklarımız çoğalsın’dan mıdır nedir canhıraş bütün bekarları evlendirmeyi ve bütün çocuksuz evli çiftleri hayırlısıyla çoluk çocuğa karıştırmayı şiar edinmişçesine yaşıyoruz hepimiz içten içe itiraf edelim.
Hani onlar da evlensin de sonra iki arada bir derede otuzbeşbingün önceden sözleştiğimiz o günde bir kahve içerken eşimizden ve yanı sıra getirip hayatımıza eklediği tüm kayın akrabalığı ilişkilerinden bahsedip, eteğimizdeki taşları bir cafedeki masaya döküp rahatlayalım sonra da mutlu yuvalarımıza dağılalım istiyoruz. Evli olanları da bir an evvel ‘çocuk yapsın(!)’, yapsınlar ki birbirimizin yüzünü daha az görelim uyku düzeni ve tuvalet eğitiminden bahsedip okul seçimine dair tüyolar paylaştığımız doğum günü partilerine gidelim, görüştüğümüz çeşitli dar vakitlerde de babalar kuytu köşelerde hanımların dırdırından, sorgu suallerinden, bekarlığın sultanlığından bahsetsin, eh biz analar da oturup kısır yiyelim, şekersiz kek tarifi paylaşalım ve işte ebeveynlikten, yıpranan aşklarımızdan, çocuktan sebep kavgalarımızdan yakınalım, sonra ‘Amaan n’apalım sağlık olsun, yeter ki canları sağ olsun’ deyip bebelerimize içimize sokarcasına sarılıp yine mutlu yuvalarımızın yolunu tutalım diye iç geçiriyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz? Bilmiyorum.
Kariyerinin zirvesine doğru tırmanmakta olan doktor kuzenim en son evlilikten konuştuğumuzda ‘Amaan Sabiş, hepiniz şikayet ediyorsunuz neden evleneyim ki ben?’ demişti. O günden beri bu konu aklımın bir köşesinde yazılmayı bekliyor işte. Sahi neden evlensin? Eteğinde dökecek taşı olmadığı için mi? O günden beri ne cevap vermeli diye düşünüyorum aslında için için. Hadi -inşallah Ya Rabbim!- aşık oldu evlendi diyelim neden çocuk ‘yapsın’?
‘Kıııız Allah taş yapar annem öyle deme sakın! Evlilik çok güzel bir şey vallahi, hele anne baba olmanın tarifi yok, anlatamam ki! Anlaman için hemen yapman lazım!’ mı demeliyim? Şahsen anlatacak olursam böyle derim sanırım evet. Yani kayın akraba ilişkileri zaman zaman zor olabiliyorsa da, evlilik hakkıyla roller paylaşıldığı ve her şeye sevgiyle yaklaşıldığı takdirde çok güzel bir şey, yani benim başıma geldiği kadarıyla çok şükür böyle. Ebeveynlik ise ne kadar zor olursa olsun henüz evladı olduğu için pişman olan birini görmedim, duymadım. Siz duydunuz mu?
O zaman neden böyleyiz? Neden şükür-şinas olmak varken şikayet-baz oldu bizim kuşak böyle? Neden dışarıdan bakanlara böyle görünüyoruz? Annelerimiz ve babalarımız gibi olmaktan deliler gibi korkarken neden zaman zaman içimizden çıkan anne ve babalarımızı hayretle izlerken buluyoruz kendimizi? Neden iyileri güzelleri anlatmayı ve onların enerjisine tutunup yol almayı değil de, tü kaka pis olanları anlatıp anlatıp rahatladığımızı düşünüyoruz ve derin bir nefes alıp aynı sulara bile isteye tekrar tekrar dalıyoruz?
Düşününce aklıma iki şey geliyor: Birisi kahrolası bir şekilde yalnızlaşan hayatlarımız yüzünden yalnızlığımıza gömülerek yapmak zorunda kalıyoruz her şeyi ve evlilik ve dahi çocuklu hayatın en zor hali yapayalnız olunanı, tecrübeyle sabit. Yani nefessiz kalıyoruz. Yani aslında deniz çok güzel, dalmak çok güzel, denizin altı çok çok güzel ama nefesin kalmayınca gözün güzellik görmüyor maalesef cicim. Sadece ve bir an evvel yüzeye ulaşıp soluklanmak peşinde oluyorsun. Çünkü önce can, sonra canan. Çünkü kabin basıncı düştüğünde en yakın maskeyi kendine doğru çekip takmalısın ki sonra çocuğuna eşine yardımcı olabilesin canım.
Düşünüp de aklıma gelen mükemmel ikinci sebebim de tamamen psikoloji bilimine dair. Üniversitedeyken bir pazarlama dersinde öğrenmiştik ki tüketici davranışı gereği kötü bir tecrübeyi on kişiden dokuzuna anlatma ihtiyacı duyuyor insanlar ama iyi bir tecrübeyi ise sadece on kişiden ikisine aktarmaya zahmet ediyorlar. Ne garip değil mi dostlar, ama gerçek bu. İnsan ilişkilerinde karşılaştığı kötü tecrübeleri de böyle anlata anlata rahatlıyor, normalleştiriyor belki o hayatı zihninde ve kalbinde. Yani geri dönüp aşk ile sürmeye devam etmek için o hayatı yapıyor bunu ister istemez veyahut da yalnız olmadığını başkalarının da aynı şeyleri yaşadığını bilmek bile insana iyi geliyor hep ondan benzer hayatların kahramanları ile olmak istiyor.
Ama gel gör ki iyi şeyleri anlatmaya gerek duymuyoruz anlaşılan. Sanırım iyi günler, güzellikler, sevilmeler, sayılmalar, düşünülmeler hep ‘fabrika ayarları’ nda var nasılsa evliliğin, ebeveynliğin diye düşünüyoruz içten içe belki de kim bilir. Yani sabah uyandığında yanında uyanmasını beklediğin birinin daha kalbinin atıyor olmasını nasıl anlatabilirsin ki bilmeyene? Ya da yatağından koşup seninkine gelmiş bir küçük bedenin sıcak elini ayağını içine sokmak isteyişini hangi sözcükler anlatabilir? He ama kötüyü zoru anlatması kolay tabi. Bunlara dilimiz dönmüyor, hem yani herkes biliyor canım bunları herkes yaşıyor hissediyor bir şekilde sevmenin, sevilmenin güzelliğini neyini anlatacağız ki bunun? Değil mi ama?
Kalbimi vestiyere asar da sadece aklımla düşünürsem şayet yineliyorum ki evlilik tek başına bence çok güzel bir şey aşkı maşkı öldürdüğü de yok ama çocuk işi tam bir delilik. Deli olmayan yapamaz. Deli değilse de bu işe başlarken, eninde sonunda muhakkak delirir, tecrübeyle sabit.
Ama delilik de çok güzel şey, ya hep akıllı akıllı yaşasaydık? Alimallah o da pek sıkıcı.
Neyse canım yeterince iç geçirdiysek ve şikayetlendiysek karşılıklı şu an, anladıysak birbirimizi hakkıyla, artık gönül rahatlığıyla dağılabiliriz.
Hadi evli evliliğine, çocuklu çocuğuna, bekarlar sultanlığına, çocuksuzlar aşklarına yelken açsın sevdiceklerim.
Yüzyıllardır cümle insanın çözemediğini iki sayfada biz çözecek değiliz herhalde, çok da şey etmeyelim yani. Sürç-i lisan ettiysek affola.
Herkes nasıl mutluysa öyle yaşasın amaaan yeter ki canımız sağ olsun!
Not: Yazar burada geçen koca bir haftadan kendisine ayırdığı tek tük saatlerin sadece uykusundan çaldıkları olduğu gerçeğini şiddetle gizlemektedir. -bir dost-
YORUMLAR