Turşu da bir çürümedir... *
Çocukluğumdan beri ne zaman insanlardan korksam kitaplara sığınırım.
Eskiden, özellikle de üniversitede gazetecilerin kitaplarını kaçırmaz, mutlaka okurdum. Bir zaman sonra bundan vazgeçtim. Sebebi malum. Peki ya filmlerden, kitaplardan korkunca nereye sığınır insan?
Bir kaç aydır farkında olmama rağmen uzak durduğum bir kitabı alıp, bir gecede okuyup bitirdim. Tuğçe Tatari’nin ‘ Anneanne, ben aslında Diyarbakır’da değildim’ kitabı.
‘Kürt sorunu’ denilen kavramla tanışmam üniversite yıllarıma dayanıyor. En yakın arkadaşım, sınava girdiğimiz yıl Diyarbakır’da bir okulu kazanmış, ilk yılın sonunda koşa koşa geri gelmişti. ‘Oralar’ bize göre değildi, batıda büyümüştük, neler olup bittiğini hiç anlamıyorduk.
Bugüne kadar bu konu üzerine başka kitaplar okuduğum da oldu. Özellikle hiç gidemediğim o coğrafyaya, kültüre, dile, müziğe dairdi çoğu. Tanıdığım Kürtler yüzünden bunları hep merak etmiştim. Ama kitaptaki ‘onlar’ bir tabuydu. Düşmandı, bizi yok etmek istiyorlardı.
Aslında Tatari’nin kitabından bir süre kaçtım. Neden bilmiyorum. Bir kaç kez kitapçıda elime alıp bazı bölümlere göz attım. Yerine bıraktım. Artık çekirdeğime bu savaşa dair nasıl bir korku kodlanmışsa, her konuya dair bitmez bir merak içinde kitaplara saldıran yanım, kırmızı bir çizgide duruyor gibiydi. Bahanem de hazırdı. Buna gelene kadar okumamı bekleyen bir dolu kitap vardı. Ama her kitapçıya gittiğimde kitabın kapağında saçlarını tarayan ‘o kadın’, beni hep öteki tarafa geçip yüzünü de görmeye çağırdı. Başlarken hissim, korkuyla karışık bir meraktı.
Okumaya çok ciddi başladım. Kaşlarım çatıktı hatta. ‘Bilmediğimiz neyi anlatıyor olabilir’ edasıyla açtım kapağını. Başlarda anlatılan bazı konulara ben de çok yabancı değildim. Tatari’nin samimi, sansürsüz, düşünceden çok duyguyu aktaran anlatımı koluma girdi ve yavaşça süzüldüm onunla birlikte içeri.
Henüz 30’larında bir kadın, özellikle de kendi hissettiklerini öyle yalın aktarmıştı ki kitapta, onun o başlardaki sarsak haline gülmemek elde değildi. Evde yalnızdım, kitabın dağa dair anılar kısmında bir yerde, kocaman bir kahkaha attım, sonra bir tane daha. Kendi kahkahalarımı fark edip durdum, birden gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. 40 yıldır süren bir savaş var. Çocuklarımız ölüyor. Peki ben şu an nasıl gülebiliyorum?
Kitap o gece aniden bittiğinde ‘Asya Nine şimdi nerededir?’ diye düşünüyorum. Uzun yıllar önce evinden, toprağından kopmuş, ‘barış olsun koşa koşa gerekirse yayan döneceğim memlekete’ diyen bir Kürt kadını. Ben yumuşak yatağıma gözümde yaşlarla yürürken, onun elleri okşuyor başımı.
Uzandım, tavana bakıyorum. Kitaptaki doğa, derinlerden bir kazı başlatmış zihnimde. Çocukluğumu hatırlıyorum. Köydeyim. Ağacı, dereyi, kirazı, ağır aksak yürüyen çobanla yamaçlara çıkışımızı. Fırını, sıcak ekmek kokusunda odanın iki duvarına kurulu beşiği sallayışımı. Şimdi de hep köye kaçışımı. Aklımın hep köyde kalışını. En çok orada çocuk, en çok orada kadın oluşumu.
Uykuya dalıyorum. Rüyamda o evdeyim. Malzememi toplamış, bir turşu kuruyorum. Daha başlarken içim coşuyor, dişim kamaşıyor. Çünkü yeni bir turşu kurulmadan, o evde huzur olamıyor. Turşumun domatesi, sarımsağı, üzümü bol ama en çok da hıyarları lezzetli. Bembeyaz bir güvercin evimin penceresine konarken sabah oluyor.
Uyandığımda yine önce mutfağıma koşuyorum. Kahvemi ağır ağır pişirirken düşünüyorum. Erkekler daha küçücükken, ellerine birer sopa alıp birbirine çatmaya, yenmeye pek meraklı. Bu turşuyu kurmayı onlara bırakmamalı. Bu tahta kılıçların gölgesinde sürüp giden savaş oyununa dalıp, turşuyu çürütmelerine izin vermemeli. Biz kadınlar sandığımızdan daha güçlüyüz. Bu barış turşusunu kuracaksa, yine kadınlar kuracak. Baştan çürümüş bütün hıyarlara rağmen...
* başlık kitapta röportajı yer alan Murat Türk’ten alıntıdır...
YORUMLAR