Yıldız…
Çocukken ne çok düşüp kalkıyor insan, ne düşmeye ne kalkmaya büyük anlamlar yüklemeden.
Oyun oynuyor, koşturuyorsun. Düşmeyi de, üstünü başını silkeleyip yola devam etmeyi de, hepsini oyunun bir parçası sayıyor, pek üstünde durmuyorsun. Dizinden akan kanı bile önemsemediğin, akıp giden duygularının her ne olursa olsun hızla pıhtılaştığı, birkaç günde uçup gittiği yıllar onlar.
Düşmenin de bir adabı var aslında, çocukluğun pervasızlığını yitirip, azıcık deneyim kazanmışsan, artık düşeceğini anladığında yumuşak bir yerlerinin üzerine inmeye dikkat ediyorsun. Kollamaya başlıyorsun kendini. En azından bir önceki kadar sert düşmemeye çalışıyorsun, kırılmamaya. Kafanı gözünü, dizini dirseğini koruyorsun.
Ne de olsa artık biraz tecrübelisin, açılmış, kapanmış, belki bazen hiç kapanamamış, aleni, gizli, türlü çeşit yaraların var. Her yaranın bir zaman içinde kabuk bağlayacağını da biliyorsun, ufak tefek de olsa her yaradan bazı izler kalacağını da… Bazen yok farz edebileceğin, bazen her baktığında aynı yerden acıtan izler.
Sonra yavaş yavaş büyüyorsun. Çocukken düşmenle kalkman arasında bir an kadar kısa olan o zaman git gide uzuyor belki de. Çünkü her seferinde ayağa kalkabilmenin bir daha düşmemek anlamına gelmeyeceğini de biliyorsun artık. Kalkmak için acele etmek gereksiz. Elbet yine düşeceksin ama bir dahakine başka bir yerden, başka birinden…
Bir mola bu, evet, kısacık bir zaman dilimi. Ama derinine indikçe epeyce bir değişim alanı açıyor sana. Olan bitenin ardından, yaşadıklarını sondan başa bir daha izleyeceğin bir film gibi. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi konulu bir roman gibi. Bir nokta koyup sonraki cümleye başlamadan önce sahip olduğun o sınırsız özgürlük alanı gibi. Hiçbir yere, hiç kimseye tutunmadan salınabileceğin bir boşluk. Yaşadığın tekrarların, sıkıldığın ‘her gün’lerin dışında önemli bir gözden geçirme fırsatı.
Sanırım bu yüzden, bir zaman sonra düşmekle kalkmak arasında sırtın tam da yere geldiğinde, yani tam o nakavt anında aniden görüyorsun. Hayatın sürekli koşarak geçen zamanlarında yakalayamadığın molayı o an almanın gerekliliği tam karşında duruyor.
Mola dediğim köşene çekilmek değil ama her neyi ne kadar uzun zamandır aynı biçimde yapıyorsan onu o biçimde yapmamaya dair bir mola bu. Düştüğün an kalkmayıp orada öylece kalma, gökyüzünü izleme özgürlüğü. Yeniden yola çıktığında hangi yıldıza bakarak yönünü bulacağını anlayacak vakti kendine tanıma özgürlüğü.
O yüzden eğer düştüysen kalkmaya davranmadan önce, o yıldızı görene kadar uzan, gevşe, rahatla. Çünkü gökyüzünden sana bakan o öğretmen zili ne zaman çalıp, seni yeni derse ne zaman çağıracağını zaten senden iyi biliyor nasılsa…
YORUMLAR