Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?
Bir süre önce Balkan göçmenlerinin gelip buraları bozduğunu söyleyen birinden haberdar olunca, dudağıma acıyla karışık bir gülümseme yerleşti. Ninemle yan yana fotoğrafları duvarımda asılı duran büyük dedemi yine düşündüm. Babamın dedesiydi aslında ama ömrü uzamış, beni görmüştü. Oğlunu kaybedince gitmeyi kafaya koyup ‘3 güne giderim, hazırlanın’ deyip veda etmese benim oğlumu bile görürdü. Adı Paşo’ydu. Hayır yanlış yazmadım Paşa değil Paşo.
Makedoncayı çok iyi bilirdi ama Türkçeyi de hatasız konuşurdu. Kelimeleri dile getiren dudaklarında, büyüyüp yetiştiği ve bir gün içinde terk etmek, arkasına baka baka, her şeyini orada bırakarak göçmek zorunda kaldığı toprakların tonlarını taşırdı. Bizimkiler oralardan göçerken o kadar ani kalkmışlar ki tek tek adları olan koyunları bile bir süre arkalarından gelmiş. Bir manda arabasının tahtası üstünde dönmüşler 500 yıl önce gittikleri yolu adım adım.
Artık işlerden uzaklaşmış, 90’lı yaşlarına yaklaşmıştı. Dimdik, upuzun bir adamdı. Bir doksanın üstündeki boyunu taşımakta artık zorlanırdı ama hiç öksürdüğünü de duymamıştım. Hasta olmazdı, hiç olmamıştı. Elinden eksik etmediği bastonuna yaslanmaz, onu tahta bir kılavuz gibi yalnızca yolu takip etmek için kullanır, dilinden duası eksik olmaz, ağır adımlarla camiye gidip gelirdi Paşo. Dedemin dükkanının önünde bir tabure üstünde otururken de uzak diyarlardan gelmiş bir ermiş gibi sağ eli bastonun üstünde durur, yanından hiç ayrılmayan başımı okşayıp hikayeler anlatırdı.
Gözünde sürekli damlalar birikirdi. Sol elindeki mendiliyle yanağına süzülen yaşları silerdi. Bu kadar dik ve sağlam bir adamın neden gözünden sürekli yaş aktığını merak ederdim.
Küçücüktüm, bildiklerim çok az, merak ettiklerim boyumdan büyüktü. Bir gün çocuk bakışlarımı gözlerine diktim. Artık dayanamayacaktım, ağlamak desen değildi, neşeli bir adamdı goca dedem, o göz yaşlarının neden hiç durmadığını aklım almıyordu. Merakımı yenemeyip usulca sordum. ‘Dedeciğim senin gözünden neden durmadan hep yaşlar akıyor?’
Durdu bir an. Başını kaldırıp o an orada var olmayan bir yere doğru baktı sanki. Yalnızca eski adamlarda var olan, bir sonraki cümleye atlamakta acele etmeyen o susuşlardan birinde durdu. ‘Balkan harbinde çok insan kaybettik biz, ben de esir düştüm kızım’ dedi, ‘kampta çok dayak yedim, çok aç kaldım, epeyce eziyetler gördüm, bu yaşlar oradan kaldı, akıp dururlar ondan beri böyle.’
O ilk anda ne dediğini hiç anlamamıştım. Arada bir midem guruldardı, mütevazi sofraların çocuğuydum ben de ama hiç gerçek açlık bilmemiştim. Dayak, eziyet kötü şeylerdi. Ölüm ise hiç bilmediğim, ne olduğunu anlamadığım bir bilinmezlik.
Kafam karışmıştı. İçim birazcık korku ama çokça öfkeyle dolmuştu. Dedemi kimin neden dövdüğünü düşünüyor, onu elime bir geçirsem neler ederim onu hesaplıyordum küçük aklımla.
Sonra aniden büyüdüm. Anladım ki bir türlü elimize geçmiyor o savaşları çıkartanlar. Silah yapan, satanlar. Belki de sadece onları satmak için gereken her şeyi yapıp, sonra olan biteni uzaktan seyredenler, timsah gözyaşları dökenler. Hatta insanlık birbirini savaşlarda öğütürken aslında onu bile dökmeyenler.
Onlar ticaretlerini sürdürüyorlar. O ya da bu biçimde. Dünya’nın bir yerinde savaş olduğu sürece keyifleri yerinde, malları satılıyor demek. Bizim gözyaşlarımızsa barış gelmeden durmayacak… Ama Aylan’a ağlayacağız, ama Ümran’a ya da bir başka yerde adını bile duymayacağımız bir başka çocuğa… Ama yalnız ağlayacağız, ama beraber.
Barış gelmedikçe ağlayacağız.
YORUMLAR