3 kadın ve 3 kitap

Nereden başlasam…

Bir süredir kafamda evirip çeviriyorum,

İskeleti belli,

Gidişatı hazır,

Sadece kelimelere bürünmek üzere parmaklarımın klavyeye kavuşmasını bekliyor.

Şimdi, zamanı…


Yağmurlu bir Nisan sabahı,

Küresel salgının birinci yıldönümünü geride bıraktığımız günlerden geçerken,

Hayat gittikçe daha dar bir alana sıkışmış, daha tenha, daha 2 boyutlu akarken ve bu gittikçe bizler tarafından daha kolaylıkla norm olarak kabul edilirken, yakın zamanda kalbimi büyüten, beni umutlandıran, gururlandıran, gri günlere can getiren 3 kadın ve bunların emeği olan 3 kitaptan bahsetmek istiyorum.


Biliyorsunuz.

Kitaplar, kaçacak başka bir yer kalmadığında dünyaları ayağımıza getiren,

Gidecek yol bulamadığımızda, olmayacak yolları önümüze seren alet edevatlar.

Her biri bir dünya. Kitaplar, hatırlatan, uyandıran, çağıran sesleri yaşama ihtimalimiz olan hayatların.


Bahsedeceğim kitapların bu dünyaya katkısı hayatın Ruh’lu olduğunu, Yaşam ve Ölüm'ün, gün ve gece gibi birbirini izlediğini, döngüleri hatırlatmak bana kalırsa… Uzun zaman önce unuttuğumuz büyük hakikati...


3 kadının 3’ü de Stephen Jenkinson öğrencisi. Jenkinson 2018 Haziran’ında İstanbul’da bize “Ölüm Müessesesi”ni anlatmıştı. Yazısı şurada: https://hthayat.haberturk.com/yazarlar/damla-celiktaban/1071599-guzelce-olmek-







İşte bu adamın kitabı: Bilge Öl, Başak Kutlu Atay’ın çevirisiyle artık Varlık Yayınevi vesilesiyle Türkçe’de… “Bilge Öl - Ruh ve Aklıselim Manifestosu” kolay okunacak, kolay hazmedilecek bi kitap değil. Jenkinson’un öğretisi gibi. Net, incelikli, sert ve bir hayli vahşi…


Kültürün gözümüzün önüne serpiştirip durduğu: pespembe gözlükler, ev kredili hayaller, botokslu gençlik, daha çok al daha uzun yaşa filtrelerine kılıç kalkanla girişiyor. Ruh’a ve Aklıselim’e davet ediyor adında da yazdığı gibi.


Ölümfobisi olan kültürümüzün ortasına Zincirlikuyu mezarlığının kapısının önündeki yazıyı neonlarla yazarak dalıyor: “Her canlı ölümü tadacaktır…!” Ama nasıl? Nasıl yaşıyorsa öyle, prensip bu… Peki o zaman nasıl yaşıyoruz?


Nerelere bakmadan, neleri kanıksayarak, neleri reddederek? Yaşıyor muyuz gerçekten? Yoksa ölmeden önce zaman mı öldürüyoruz? Hayatı mı geçiştiriyoruz ölümden korkarak, ya da daha uzun yaşıyoruz sanarken daha uzun mu ölüyoruz?


Bir insanın iki mühim eşiği olan doğum ve ölüm ile ilgili gücümüzü, insiyatifimizi, ritüellerimizi ve anlayışımızı nerede bıraktık? Nerede kaybettik, bulur muyuz? İyi ölmek diye bir şey mümkün mü?


Jenkinson’un kitabında Başak’ın cümleleri diyorlar ki:

“Bilge ölmek, ölmeyi dizginleme, yönetme, arındırma, hafifletme, evcilleştirme, eksilme girişimlerinin etrafında dönüp durduğu söylentidir. Bilge ölmek, ölmeye inanmayan bir kültürde düşünülmemiş bir düşünce, söylentidir ve bunu yapmak için toplayabildiğiniz tüm cesaret ve bilgeliğe ihtiyacınız olacak. Bilge ölmek hayatınızın işidir. Bilge ölmek insan yaşamının etrafında dönmesi gereken Ritim ve Hikayedir.”


Yazar ve çevirmenin kitapla ilgili bir de söyleşisi var. Meraklısı için linki bıraktım buraya.



Ve buradan Sepin İnceer’in yazdığı Ağıtların Tanrısı’na geçmek istiyorum… Bahsedeceğim ikinci kitap bu.





Sepin’in kitabı bir ağıt evet. Kaçkarlar’dan dönmeyen kocası Okan’a yaktığı bir ağıt. Bu ülkenin “güzel gözlü çocukları” dediği filler tepişirken çimenin ezildiği yakın tarihinde yası tutulmamış, özrü dilenmemiş ölü çocuklarına yakılan bir ağıt. Ülkenin Ruh-suz, insanı önemsemeyen, erkek egemen sistemine bir isyan. Öfke, keder, aşk, adanma, dirayet, isyan ve inceliklikli kelimeler...!


Hayatınız yalnızca bir kere bir kişiyi kalpten sevdiyseniz bu kitabın ne anlattığını anlarsınız. Kalbinize değer, insan olan yerlerinizi ağrıtır. Diyelim ki sevmediniz, o zaman da “vay ben ne kaçırmışım” diye hummalandırabilir kitap sizi. Varsayalım ki bir insanı sevme damarından yakalayamadı kitap sizi o zaman sadece bu dilde, bu ülkede yaşamış olmanın doğal getirisi olan özrü dilenmemiş ölümlerden, bunların uğradığı haksızlıktan, yassızlıktan yakalayabilir.


Ölmüş de ağlayanı yok, kimse kalmasın diye, aşk ile yas birbirinin kardeşi diye, yası tutmazsan eğer peşini bırakmaz, yası tutmadığın yerde insanlığını da bırakırsın diye okudum ben Sepin'in cümlelerini.


Kendini adam sananlar bir “kadın” görsünler diye, ‘Ayrılık da sevdaya dahil’ diye, canına yandığımın ülkesinin zavallı adaleti, kireç tutmuş vicdanı diye okudum. Yasın edebiyata dönüştüğü yerden şifalanalım diye...! Yayınevi Doğan Novus.







3.kitap Filiz Telek’in Kadınlar Şifadır’ı…


Filiz de Jenkinson’un Yetim Okulunun öğrencilerinden biri. Derya Albayrak’ın resimleriyle süslü kitabı Kadınlar Şifadır hayatı Ruh’lu yaşamaya davet eden bir çağrı… Filiz, çember pratiğinde demlenerek geçirdiği zamanın, dizinin dibinde oturduğu hocaların ve hepimizin anası olan toprağın çağrısının penceresinden dizmiş kelimelerini ardı ardına.


Bir başucu kitabı yazmış, alın bir kenarda dursun, döner döner okursunuz ihtiyaç olduğunda diye yazmış. Okuyan kendi özünü hatırlasın, demiş. İçinde bu hatırlamaya giden yolda derinlemesine ilgilenmek isterseniz yelken açabileceğiniz kaynak kitap ve kişileri de cömertçe sunmuş. Konuk yazarların katkılarıyla zenginleştirmiş kitabı. Bu bir imece kitabı olmuş bu açıdan. Bolca Clarissa P. Estes alıntısı, bolca ritüel ve farkındalık uygulaması, farklı yönlerden sesi yavaş yavaş duyulmakta olan toprak ana ruhaniliği ve dişi bilgelik anlayışı bulacaksınız içinde. Bu da Doğan Novus tarafından yayınlanmış bir kitap…


Sepin, Başak ve Filiz'in adını Jenkinson öğrencisi diye anmışken Berna'yı es geçmek olmaz. Berna da Jenkinson'un öğrencisi ve dünyanın öteki ucunda, Avusturalya'da palyatif bakımda ölmekte olan insanlara eşlik ediyor. Henüz basılı bir kitapla değilse de HTHayat'da köşe yazarak, bu çok mühim konulara mercek tutuyor. Yazılarına şu linkten bakabilirsiniz. Berna aynı zamanda Ölüm ve Yas bilgeliğiyle ilgili online çalışma grupları da yapıyor. Bunlardan birine katılmıştım ve çok faydalandığımı söyleyebilirim.


İşte böyle…


Bizim zamanımızın çağrısının ölmeyi yüceltmek ve dolayısıyla tam bir yaşam ihtimalini hatırla(t)mak olduğuna inanıyorum... Ölüm ve yas, tüm pembe çerçevelerin, havalı arabaların, botokslu mimiklerin arasından sarı dişlerini göstererek bizi kalbimizle daha samimi olmaya davet ediyoprlar. Kültürün dayattığı o sahip olmacı anlayışın yanı sıra sadece olmayı, yaşamın ve yasın çırağı olmayı yücelten hakikate daya yakın bir yer var. İşte bu kadınlar, bu kitaplar, bu yazılar o yerden bildiriyorlar...


Gönlünüze hitap edeni alın ve neye ihtiyacınız varsa onu hatırlayın dilerim. Siz de okuduysanız yazımın altına yorum bırakırsanız çok sevinirim…


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.