İletişimin imkânsızlığı: Muzip bir öğrenci kuramı…
Üniversitedeki ilk katıldığım derslerden biriydi, hocamız zamanın dekanı, görmüş geçirmiş bir profesör. Dersin adı: İletişim Kuramları.
Hocamızın ilk tavsiyesini hiç unutmuyorum. “Gidin son son bir film izleyin ağız tadıyla. Şöyle bol bol gazete okuyun, haber izleyin. Konuşun kendinizce, tartışın. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Siz bu derslere girdikçe, bu kitapları okudukça, iletişimin esaslarını öğrendikçe bir daha asla aynı tadı alamayacaksınız kitle iletişiminden, canınız sıkılacak, her şey batacak size. Eleştirmeden duramayacaksınız, tahammül edemeyeceksiniz çoğu şeye.”
Aradan on sene geçti ve her değerli öğüt gibi kıymeti şimdi anlaşılıyor. Gözümüzün önünde olup bitenlerin nasıl yorumlandığını, evrilip çevrildiğini, nasıl yayınlandığını gördükçe tüylerim ürperiyor bazen. “E o zaman tarih? Onu nasıl anlattılar bize?” diye sormaya çekiniyorum. Evet her şey batıyor, çok bildiğimden çok okuduğumdan değil, üniversiteyi altı yılda bitirebilmişim, pek de parlak bir öğrenci olduğum söylenemez. Ama şimdi aklıma kalan bazı değerli öğütler yerli yerine oturuyor.
Biz daha tarihin yazdıklarını sorgulayaduralım, günlük haber kaynaklarının yazdıkları ile ne yapacağız şimdi?
Tüm bu bilgi ve yorum kirliliğinin arasında nasıl savunacağız doğru bildiğimizi? “Gerçek” tarihte ilk kez bu kadar kolay ulaşılabilir ve bu kadar kolay yozlaştırılabilir oldu. Burada çareyi, yine üniversitenin ilk yıllarında eğlence olsun diye uydurduğum bir kurama yaslanmakta buluyorum: İletişimin İmkânsızlığı Kuramı.
Klasik iletişim kuramı üç ana maddeden oluşur. Verici-mesaj-alıcı. Kuramlar çeşitlendirildiğinde, araya mesajın iletilmesinde kullanılan araç, iletim ortamı, vericinin iletim yöntemleri, alıcının konumu gibi faktörler girer. Pek çok sınavda bizi terletmiş meşhur Laswell modeli de bu sorular üzerine iletişimi kurar: Kim, Neyi, Hangi Kanaldan, Kime, Hangi Etkiyle iletiyor? Benim naçizane imkânsızlık kuramımda ise, araya vericinin üslubu ile alıcının algı katmanları giriyor. Malum, Tom Robbins sevenler bilirler, bu dünyadaki en önemli şey üsluptur.
Basitçe anlatmaya çalışayım. Kuramsal olarak, verici, bir araç ve etki ile mesajını iletir, bu mesaj alıcıya ulaştığında iletişim süreci tamamlanmış olur. Ama aslında, araya karışan pek çok evre, iletişimin kendisini ve kuramsal anlamını imkânsız kılar.
Birinci evre, mesaj vericinin zihninde belirir. Verici bunu kendi dilinde, kendi üslubunda ifade eder. İstediği kadar objektif olsun, kullandığı yöntem ve seçtiği üslup, mesajın özünü bir miktar değiştirmek zorundadır. Tamamen hayali bir hesapla %10 diyelim, veri kaybı.
İkinci aşama, mesajın bir araca aktarılması. Bu araç ne kadar ulaşılabilir? Sözlü iletişim ise, araya mesajın içeriğini etkileyebilecek faktörler girer yine, vericinin üslubu, beden dili, kullandığı dil vs.. Yazılı iletişimde de yine kullanılan dil etkili olacaktır. Hadi bunlar da mesajın özünü etkiledi diyelim. %10 da oradan kırpalım.
Üçüncü aşama, alıcının mesajı alması. Kendi geçmişi, sosyal ve kültürel kodları, kendi dili, kendi üslubu ile mesajı algıladı, bu süzgeçlerden geçirdi ve zihnine yerleştirdi. Her bir süzgeçte %5 deformasyon olsa, gitti bir %20 daha.
Vericinin ilk olarak iletmeye niyetlendiği mesajla alıcının zihnine yerleşmiş olan mesajı karşılaştırıyoruz: Arada %40’lık bir veri kaybı-değişimi var. Mesaj doğrudan ulaşmadı. Üstelik zamanla, yorumlama ve içselleştirme sürecinde de bir takım kendinceliklere maruz kalacak. %50. Alıcıya iletilmesi planlanan verinin %50’si kayıp.
Tamam, iletim başarılı. Ama tamamen uyduruk bir hesapla da olsa, yarı yarıya.
Dolayısıyla kuramlarda anlatıldığı gibi, bir mesajın olduğu gibi bir zihinden başka bir zihne iletilmesi işi suya düşmüş oluyor ve iletişim, teorik olarak imkansız hale geliyor. Hiç bir mevzuda uzun uzun, düşüne düşüne konuşup, derdinizi tam olarak anlattığınızdan emin bir biçimde dinleyiciye baktıktan sonra tamamen alakasız bir soruyla karşılaştığınız oldu mu? Evet, mi? O halde beni gayet iyi anlıyor olmalısınız!
**
Bugünlerde her sabah yeni bir haberle, yeni bir muammayla, yeni bir curcunayla başlıyoruz günlerimize. Benim bu haberlerden içime fenalık geldi, kim neyi nasıl anlatıyor, kime inanacağız deyip duruyoruz birbirimize.
İletişim kavramı ile vaktiyle epey haşır neşir olmamın verdiği kurnazlıkla, “iletişim imkansızdır ki zaten!” diyerek çıkıyorum ben işin içinden. Tam bu noktada anlıyorum sezgicilik üzerine düşünmeye başladığım zamanı ve yerindeliğini, vicdanımın sesini ve gerçekten dinlemeyi. Bir parkta, bir mecliste, bir meydanda neler oluyor, aslında gerçekten bilmiyoruz. Bu noktada güvenebileceğimiz şeyler kısıtlı. Akıl. Vicdan. Ve o meşhur yürek sesi.
Kişisel tarihimde, yüreğinin peşinden gitmiş, vicdanının sesini dinlemiş, rüyalarının, sezgilerinin söylediklerine inanmış ve başarısız, mutsuz olmuş kimse tanımıyorum. Ben de bu imkansız iletişim, dezenformasyon, bilgi kirliliği ve adeta coşmuş bir gündem karşısında tavrımı böyle alıyorum, bir elim kalbimde, bir avuç içim tam karşıya açık.
Biliyorum, kusursuz bir düzen var. Ve bunu insanoğlunun yarattıkları arasında aramak, egonun sinsi arzularından başka bir şey değil. Hocamız “…tahammül edemeyeceksiniz hiçbir şeye” dediğinde daha karar vermiştim ben tahammül etmenin bir yolunu bulmaya…
Yüreğinizi ferah tutun. Her duyduğunuza da inanmayın velhasıl… O kusursuz düzende, her şey tam da olması gerektiği gibi oluyor. Varsın iletişim imkânsız olsun. Kalbimiz bize her şeyin en doğrusunu söylüyor.
YORUMLAR