Hayal kuşağı...

Lumière kardeşler sinematografı geliştirip tarihteki ilk sinema gösterimini gerçekleştirdiğinde, bir trenin gara girişinden ibaret olan filme sıra geldiğinde izleyicilerin bazıları korkup kaçışmışlar.



Daha önce duyulmamış bir gösteriye katıldığımı hayal etmişimdir hep Sinema Tarihi derslerinde; nasıl tepki verirdim, ne hissederdim acaba… Tahayyül etmesi zor. Ne de olsa her şeyin olabileceğine inanmaya başladık neredeyse.



Oysa Alice Harikalar Diyarında’nın devam kitabı sayılan Alice Aynanın İçinden’de Kraliçe, Alice’e olmayacak şeylere de inanmayı denemesini öğütlüyor. Kendisi her gün kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inanırmış!



Alice serilerinin yazarı Lewis Carroll 1870’lerdeyken daha olmayacak şeylere inanmak üzerine kafa yormuş demek ki. Bugüne şöyle bir ışınlanabilse, ah ne eğlenirdi Lewis Amca!



Biz artık olmayacak şeylere inanabiliyoruz. Öyle egzersize filan da gerek yok hani.



Bilgisayarların yoktan var olduğuna da, -anneannemin tabiriyle- küçülüp cebimize girdiğine de şahit olduk biz. Bizden önceki kuşak için sinema hala büyülü perde iken biz üç boyutlu gözlüklerimizi takıp hayal alemine dalıverdik. Üstelik koca ekranda bir trenin üzerine geldiğini görünce kaçan insanlarız biz vaktiyle, aynı etki için uğraşmış, bizi hiç değilse koltuğumuzda şöyle bir zıplatmak için elinden geleni ardına koymamış bir sinema sektörü ile karşı karşıyayız. Gerçeklik algımız, dünyaya bakış açımız ve olasılıkları değerlendirme biçimimiz, eh, haliyle biraz değişti sayılır. Şimdi pek az şey şaşırtabiliyor bizi.


Bu yüzden aslında, hayal edebilme kapasitemiz, şimdiye kadarki nesillerden çok daha geniş. Barış istiyoruz mesela. Evet manyak değiliz. Bunun mümkün olduğunu biliyoruz çünkü. “I have a dream/Bir hayalim var” dediğimizde, Martin Luther King kadar heyecanlandıramasak da kitleleri, hülyalara dalıp uzun uzun “bu hayalim gerçek olsa…” diye düşünmek yerine bunu mümkün kılmanın yollarını düşünüyor ve düşündürtüyoruz artık.


Bu çağda her şeyin mümkün olduğunu biliyoruz. Hayalcilik öyle hor görülecek veya göklere çıkarılacak bir şey olmaktan çıktı. Aslında bu bakımdan gerçekçiliğe biraz yaklaşıp renklerimizi, tavşan deliklerimizi, ejderhalarımızı kaybettik sanılabilir ama sakın ha. Tam tersi. Onlara daha da yaklaştık aslında.


Pozitif bir sevgi kelebeği olmayı epey sıkıcı bulduğum zamanlar olduğunda bu fikre tosluyorum hep: iyi de, her şey mümkün ki!


Biz hayal ederek, sınırlarımızı genişleterek büyümüş/büyütülmüş bir kuşağız. Yeni nesil doğrudan bu imkanların ve sınırsız ihtimallerin içine doğmuş vaziyette. Bu yüzden insanlığın gidişatındaki hayal kapasitesi gelişim oranı hayli ümit verici sayılabilir!


Her gün, kafamızı şöyle azıcık dışarıya uzattığımızda bile içimizi karartmaya, birkaç yıl yetecek kadar ümitsizlik ve bunaltı edinmeye gayet müsait bir dünyayla karşılaştığımızda bile biliyorum. Tüm bu olanlar, ihtimallerini genişletmiş ve “olmayacak şey” listesindeki maddeleri azaltmış fikirlerin sonucu. Şunu da biliyoruz ki bu işin karanlık tarafı olduğu kadar aydınlık tarafı da var. Bizi koltuğumuzda zıplatan, kaçmaya meylettiren korkunç illüzyonlarla karşılaştığımızda artık sağlam bir gerçeklik değerlendirmesi yapabilecek kadar çok haşır neşir olduk hayal ürünleri ile.


Velhasıl, sinemayla, öykülerle, teknolojiyle büyümüş bu kuşağın hayal kapasitesinden hiç kuşkum yok benim. Bu yüzden kafamı dışarı uzatıp baktığımda içimi karartan her şeye bu duayı üflüyorum artık: “dünya çok karmaşık ve acayip bir yer ama olmayacak hiçbir şey yok neyse ki!”


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.